Osmanlı’nın su hali

Osmanlı’nın su hali
“Ya Amerika’yı Osmanlılar keşfetmiş olsalardı? Ya da daha kesin söylersek, Amerika’yı sömürgeleştirenler Osmanlılar olsaydı? Denizdeki üstünlük, barut, yetenek, kaynaklar; tarihçiliğin başarı formülünü oluşturan bütün bu etkenleri Osmanlılar 16. yüzyıl bitimine kadar muhafaza ettiler…
1503’te ilk Portekizli tüccarlar Lizbon’a geçici dönüş yolunu izlerken ve ambarları Hint baharatıyla tıka basa doluyken, Avrasya’daki egemen güç [Osmanlı Devleti], hegemonik tutkuları ve muhkem deniz kuvvetlerini Atlantik fantezisiyle batıya değil, doğuya yöneltmişti. Osmanlı Devleti 20 yıldan daha kısa bir sürede güney ve güneydoğuda toprak kontrolünü genişletmiş, Basra Körfezi ve Hind Okyanusu’nda Portekiz’le mücadele etmeye başlamıştı bile. Bu kitap söz konusu yayılmanın vuku bulduğu süreci odağa alıyor. Konusu imparatorlukların fizikî çatışması değil. Onun prelüdü- Osmanlı rakiplerinin tek tek Akdeniz’in kontrolü mücadelesinden uzaklaştırıldığı siyasî, ekonomik ve söylemsel mekanizmaları inceliyor.
Elinizdeki inceleme, farklı bir dünya haritası getiriyor. Bu harita Lizbon, Antwerp, Amsterdam, Paris veya Londra merkezli değil, İstanbul, Kahire ve Tebriz merkezlidir. 16. yüzyılda Osmanlı yayılmasının amaçlarının, Avrupalıların keşif yolculuklarındaki amaçlardan farklı olmadığını ortaya koymak niyetindeyim: Bu amaçlar servet, kudret, ihtişam ve dinî meşruiyet arayışı idi. Portekiz Kralı Emmanuel’e Papa tarafından vaad edilen topraklar, Osmanlıların göz diktikleri toprakların aynıydı. Tek ikilem, birisinin batıya, öbürünün doğuya doğru sefere çıkmalarıydı. Doğuda ise Osmanlıların önüne çıkan engel, Avrupalılar değil, Safevîler olmuştu.” (Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Discovery”, SUNY Press, 1994, s. 1-2.)
Osmanlı’yı keşifler çağında nal toplamakla suçlayanlar Palmira Brummett’in tarihe harmandalı oynatan yukarıdaki düşüncelerine ne diyecekler, merak ediyorum. Yok Osmanlı bir kara gücüydü, yok okyanuslara uygun gemi yapamamıştı, yok Avrupa dünyayı keşfederken Avanak Avni rolü oynamıştı. Daha neler, neler… Ancak giderek daha iyi anlıyoruz ki, Osmanlı Devleti, İngiltere gibi sırf bir ‘balina’ değildi belki; ancak ‘yüzmesini bilen bir fil’ olmadığını da kimse söyleyemezdi. Osmanlı ordusunun bir ‘fil’, yani salt kara gücü olduğunu söylemek, bütün Akdeniz sahil şeridinin dörtte üçüne sahip bir devletin denizcilikten anlamadığını söylemek demektir ki, bu kadar uzun bir sahil şeridini bu kerte uzun bir süre kontrolünde tutmayı (yani asıl bu ‘mucize’yi) nasıl başardığının da makul bir izahı yapılmalı değil midir?
İşte Prof. İdris Bostan’ın son kitabı “Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği” (Kitap Yayınevi), bu ‘mucize’nin sırlarını fısıldayan ender çalışmalardan biri. Bostan’a göre, bir kara devleti olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlılar, denizlerle tanıştıktan sonra onu eski sahiplerinden “yavaş ama emin adımlarla” teslim almışlar, hatta Fatih’ten itibaren padişahlarını, “İki kıtanın ve iki denizin hakanı” (Hakanu’l-berreyn ve’l-bahreyn) diye anmaya başlamışlardır. Nitekim 1538 tarihli Bender kitabesinde Kanuni’ye, “gemiler yürüten bahr-i Freng u Mağrib u Hind’e” diye hitap edilebilmekteydi.
Osmanlılar önce Karesi Beyliği’ni sınırlarına katarak bir donanma sahibi oldular, sonra Gemlik, İzmit ve Karamürsel’i alarak Marmara Denizi’ne, ardından Fatih döneminde Gelibolu’yu deniz üssü ve tersane yapmak suretiyle Akdeniz’e, yine aynı dönemde Kırım’ı ilhak ederek Karadeniz’e açılmış, bir ara Hazar Denizi’nde dahi gemi yüzdürmeyi ve operasyonlara girişmeyi başarmışlar. Aynı zamanda da Hind Okyanusu’na açılarak Portekiz’in burada babasının çiftliği gibi at oynatmasına engel olmuş ve artık bir ‘okyanus gücü’ olduklarını ispat etmişler. Bostan’ın şu tespitleri, Osmanlı denizciliği hakkındaki bilgilerimizi tepetaklak edecek niteliktedir:
“Bütün dönemler boyunca deniz teknolojisindeki değişmeleri yakından izleyen Osmanlı denizcileri mevcut teknelere kendi tarzlarını uyguladılar ve 17. yüzyılın ortalarına kadar kürekle hareket eden gemileri, yani kadırga ve benzerlerini inşa ettiler. 17. yüzyılın ortalarından itibaren ise Akdeniz’e Okyanus’tan gelen, yeni teknikle donanmış yelkenli gemilere, yani kalyon ve benzerlerine geçişi gerçekleştirdiler. Bunu yaparken bazı denemeler dışında pek zorlanmadılar.”
Yazar, Osmanlı deniz politikası, denizcilik teknolojisi ve deniz ticaretinin hâlâ karanlık bir bölge olduğunu ve kitabını oluşturan makalelerin bu karanlığa bazı ipuçları sarkıtmayı amaçladığını söylemektedir.
Yalnız şu 1571 Kıbrıs seferini inceleseniz, Osmanlı’nın muazzam deniz makinesinin harekete geçişine ve sonuç alana kadar hedefine nasıl kilitlendiğine hayran kalırsınız.
Osmanlı denizciliği deyince bir buzdağının daha etrafında seyretmekte olduğumuzu bilelim ve beyinlerimizdeki Titanik’lere mukayyed olalım. Zira derinlerdeki buzların dişleri tarafından yırtılabilirler kolaylıkla.
Osmanlı’nın “katı hali”ni, yani karadaki macerasından bahseden mebzul miktarda yayın var. Ne var ki, Osmanlı’nın “sıvı hali”, yani denizciliği henüz kekeleme aşamasında. Önümüzdeki yıllarda onun konuşmak bir yana, gürlediğine tanık olacağız hep beraber. (“Gaz hali”, yani havadaki mücadelesi ise nasipse bir başka sefere.)

Bir yanıt yazın