Şah İsmail Türkçeci miydi?

Biz şu Bernard Lewis’i ‘âlim’ yerine koyup okuyoruz ya, bu günah bize yeter. İslam ile Batı arasında aşılmaz bir duvar koyup Müslümanların 2. Viyana hezimetinin öfkesiyle 11 Eylül’de Amerika’ya saldırdıklarını yazacak kadar politikleşen bu zatın kitapları yıllar yılı dilimize çevrilir (“Modern Türkiye’nin Doğuşu” Türk Tarih Kurumu tarafından eksik, yanlış, makaslanmış olarak sunulur). Ancak kimse tenkit etmez, etmeye bile yanaşmaz. Zira o üstattır, üstat bir de Batılı ve Amerikalı oldu mu, dokunulmazlık zırhına bürünmüştür çoktan.

Tabii bu mezar sessizliğinde tenkit edilecek noktaları bulmak bizim gibi ‘haricîlere’ düşer. “The Middle East” adlı Ortadoğu’nun son 2 bin yıllık tarihini anlatmaya soyunduğu kitabının (Scribner: 1995) 114. sayfasında bakın nasıl müthiş bir klişe imal ederek Osmanlıları ‘Türklükten uzaklaştırma” maksatlı şutunu patlatıyor.

Lewis’e göre Şah İsmail ile Yavuz arasında Çaldıran öncesindeki mektuplaşmalarda ironik bir şekilde Yavuz, Şah İsmail’e Farsça mektup yazarken Şah İsmail, Yavuz’a Türkçe cevap vermiş! İngilizcesini merak edenler olabilir diye yazıyorum: “The sultan wrote to the shah in Persian, (…) while the shah wrote to the sultan in turkish.”

Güzel. Neo-Conların hocası yazdı, biz de inandık, öyle mi? İyi ki mektuplaşmaları Feridun Bey “Münşeat”ına kaydetmiş de bunu yutmuyoruz. “Münşeat”a göre Yavuz’un gönderdiği dört nameden ikisi Farsça, ikisi Türkçedir! Buna mukabil Şah İsmail’in gönderdiği cevapların tamamı Farsçadır!

Prof. Lewis kaynak göstermeden yazmış ve sanırız külahları karıştırmış! Türkçe cevap veren Şah İsmail değil, Yavuz’dur, Yavuz. Sadece Farsça yazan ise Şah İsmail’dir! (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 2, s. 261.)

Peki bu neden önemli? Şundan:

Osmanlılar aleyhine, Türklüklerini “unuttuklarını” gözümüze sokmak maksadıyla evvel eski dillerdeki laflardan biri de Yavuz’un divanının Farsça, Şah İsmail’in Hatâyî mahlasıyla yazdığı divanının ise Türkçe olduğudur. Buna göre İran’ı yöneten Türkmen Şah İsmail, Türkçe yazmaya devam ederken, Türkiye’yi yöneten Türk Yavuz, Farsça yazmış ve Türklüğünü unutmuştur. Zaten Osmanlı Türklüğe ve Türkçeye hiç önem vermemiştir vs.

Türkçeyi Osmanlı sayesinde konuşuyoruz

‘Gözünüze dizinize dursun’ lafı tam burası için söylenmiş olsa gerek. Eğer bugün Türkçe konuşabiliyor ve yazabiliyorsanız bu Osmanlı sayesinde, bir; Türkçe ilk defa resmi dil haline Osmanlılar tarafından getirildi, iki. Karamanoğlu Mehmed Bey’e ait olduğu söylenen uydurma fermanın gündeme getiriliş gayesi de zaten Osmanlılardan önce Türkçeyi resmi dil yapan bir öncü bulma gayretkeşliğidir ki, yüzyıllarca Türkçeyi kitabelerden fermanlara kadar yaşatmayı bilmiş olan Osmanlı’nın karşısına birkaç günlük ömrü olan Karaman-Selçuklu teşebbüsünün çıkarılması manidardır. Osmanlıya Türkçenin resmi dil haline getirici payesi verilmesin de ne olursa olsun!

İşte böyle bir mantıktan hareket edenler Yavuz’u ‘Türkçe düşmanı’, Şah İsmail’i ‘Türkçe dostu’ ilan ederek “Çaldıran’ı keşke Şah İsmail kazansaydı” demeye getirirler. Bu efsanenin bizden biri, yani bir Alevi veya Azeri tarafından dile getirilmesini anlamak mümkün ama bir Neo-Con tarafından dile getirilmesi ne manaya geliyor? Erbabının bunu açıklaması gerekir.

Şimdi mesele ne kadar karışık, anlatayım.

1. Şah İsmail, divanını Türkçe yazmıştır, çünkü sanat endişesinden ziyade kendisine bağlı Kızılbaş Türkmenlerin dünyasına hitap etmek ve onları ideolojisine bağlı tutmak için buna mecburdur. Oysa Ali Nihad Tarlan’ın söylediği gibi Yavuz Divanı’na bakıldığında onun Hafız, Sadi, Cami gibi İran şairlerinin etkisiyle ve sanat endişesiyle yazıldığını görürüz.

2. Şah İsmail, Türkçe halk şiirinin önemli bir parçası olan hece vezniyle yazmamış, şiirlerini tamamen aruz vezniyle kaleme almıştır. (Mustafa Ekinci, Şah İsmail ve İnanç Dünyası, Beyan: 2010, s. 46-47.)

3. Bilinenin tersine Şah İsmail’in Farsça divanı vardır. Kendi oğlu Sam Mirza “Tuhfe-i Sâmî” adlı eserinde Şah İsmail’in hem Türkçe, hem de Farsça birer divan vücuda getirdiğini yazmıştır. Edebiyat tarihçimiz Sadeddin Nüzhet Ergun ise “Hatayî Divanı”nın önsözünde Şah İsmail’in Farsça divanının Tebriz’de basılmış olduğundan bahseder ve Yusuf Bey Vezirof’un “Azerbaycan Edebiyatına Bir Nazar”ını kaynak gösterir (1956, s. 18).

4. Daha ilginç bir husus ise Topkapı Sarayı’ndaki bir mecmuada (Emanet hazinesi Mc. No. 1562) Şah İsmail’in Yavuz’a gönderdiği Arapça bir kıtası (ve Yavuz’un aynı dille cevabı) mevcuttur. Bu demektir ki, Şah İsmail, tıpkı Yavuz gibi hem Türkçe, hem Farsça, hem de Arapça şiirler yazmış. Yani ‘Türkçecilik’ diye bir derdi yoktu, olamazdı da.

Öte yandan Şah İsmail’i Türkçeci yapma heveslilerinin “Dehname” adlı manzumesini okumadıkları açık. Zira şu kıtanın Bâkî’nin veya Nedim’in şiirinden ‘daha Türkçe’ olduğunu kim iddia edebilir?

Mur u mekes u tuyûr ü zünbur

Hüşyar ü divane mest ü mahmur

Her şam ü seher dilinde mezkûr

Allah ü Muhammed ü Ali’dir.

Yahut ikinci mısraı Arapça olan şu beytini ele alalım:

Ey Hatayî nire varsan bu sözü söylegil

La feta illa Ali la seyfe illa zülfikâr.

Demek ki Türkçülük veya Türkçecilik meselesi zannedildiği kadar basit değil. Artık 16. yüzyılı günümüze uydurma gayretine son verip tarihi serbest bırakalım ki, kendi sesiyle konuşabilsin.

Bu arada şiirlerin içeriği dikkatinizi çekmiş olmalı: Şah İsmail namaz, abdest, Allah, Muhammed, cennet, cehennem, şeriat gibi birçok İslamî kavramı övmekte ve kendisini bunlara bağlı göstermekte. Hatta M. Ekinci şöyle bir tespitte bulunur:

“Şah İsmail, birçok şiirinde oldukça bol miktarda ayet, hadis, peygamber kıssaları ve İslam tarihinde geçen meşhur bazı tarihi olayları zikretmiştir. Kur’an-ı Kerim’den özellikle Yasin, Yusuf, İnsan (Dehr, Hel Eta), En’am, Kevser, Rahman, Fetih, İsra ve İhlas sureleri, şiirlerinde isimlerini zikrederek kullanmıştır. Birçok ayet-i kerimeyi de ya aynen veya bazı kelimelerini, orijinal şekillerini hiç bozmadan almış ve kullanmıştır.” (s. 62)

Aynı şekilde bazı hadis-i şerifleri ya aynen veya kısmi olarak almış ve işlemiş. Hele Peygamber Efendimiz (sas) hakkında söylediği,

Âsiyim yüzim karasın sil

Muhammed Mustafa

Derdliyim derdim çaresin kıl

Muhammed Mustafa

veya

Çün senin hoşluğuna yarattı

Sâni’ âlemi

Ayağın toprağına âlem

fedadır ya Nebi

gibi örnekler onun bu görülmek istenmeyen taraflarından sadece birkaç damla.

Tarih her zaman şaşırtır gerçi ama Türkiye gibi hafızasını balıklara yem yapmış bir ülkede bu korkarım bir kaderdir. Bu yüzden tekerrür etmesi kaçınılmazdır.

6 Eylül 2015, Pazar

Bir yanıt yazın