• Home
  • Genel
  • Salkım Hanım’ın Taneleri ve Varlık Vergisi

Salkım Hanım’ın Taneleri ve Varlık Vergisi

Salkım Hanım’ın Taneleri ve Varlık Vergisi
Geçtiğimiz pazartesi akşamı mutadım hilafına bir filmin galasına katıldım. Antalya Film Festivali’nde ödüllerin çoğunu silip süpüren Salkım Hanım’ın Taneleri’ni merak ediyordum doğrusu. Ayrıca konusu itibariyle de beni cezbettiğini söylemeliyim. Film, 1940’ların ilk yarısında İstanbullu azınlıkların “çektiklerini” anlatıyor. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu’nun azınlık mensuplarını, özellikle de Ermeni (ve dönme) vatandaşları nasıl perişan ettiği vurgulanıyor filmde.

Sinema eleştirmeni olmadığım için Salkım Hanım’ın Taneleri’nde Varlık Vergisi hakkında dikkatimi çeken bir iki noktayı işaret etmekle yetineceğim.

Filmde Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen azınlıklar Aşkale’ye gidiyorlar ve çalışma kampındaki bir asker kendilerine “haklarını” bildiriyor: “Çalışmanız karşılığında devlet size günde 85 kuruş verecek, bunun 60 kuruşu yemeğe kesilecek, geriye kalan 25 kuruş, vergi borcunuzdan düşülecektir!” Oysa Mahmut Goloğlu’nun Milli Şef Dönemi (Ankara 1974) adlı eserinde, Aşkale sürgünlerine 2,5 lira yevmiye hesaplandığı, bunun yarısının harcamalara kesildiği, geriye kalanının ise vergi borcundan düşüldüğü belirtiliyor (s. 177). Zuhul eseri değilse eğer, filme esas teşkil eden romanın yazarı Yılmaz Karakoyunlu’nun rakamlarla oynadığı ortada. Sanatta “yalan”ın belli bir yeri var elbette. Ancak hem toplam hesaplanan parayı üçte birine düşürmek, hem de vergiye mahsup edilen miktarı yarı yarıyadan dörtte bire indirmek, Karakoyunlu gibi ‘iddialı’ bir tarihçiye yakışmadı doğrusu.

Varlık Vergisi, zamanın bürokratlarını da çok rahatsız etmiştir. Nitekim İstanbul Defterdarı Faik Ökte, sonradan “Varlık Vergisi� Cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartıcı bir sayfasıdır” diyecektir. Yalnız mali tarihinin mi; siyasi tarihinin de yüz kızartıcı bir sayfasıdır bence. Ve Goloğlu’nun işaret ettiği gibi aynı yıllarda Almanya’da Nazilerin Yahudilere ve diğer azınlıklara uyguladığı baskı ve zulüm politikalarının bir uzantısıydı aslında bu kanun. Fakat filmde dikkat ettim, neredeyse Yahudiler hiç devrede yoktu. Oysa biliyoruz ki, Varlık Vergisi mağdurları arasında Yahudi tüccarlar daha fazla göze çarpıyordu (Goloğlu, s. 177).

Son bir nokta olarak şunu söylemeliyim ki, filmin senaryosu, bir tepki üzerine kurulmamalıydı. Malum, o yılların Türkçü söylemi, azınlık tüccarlarını haris, cimri, pinti, istifçi, fırsatçı, milletin kanını emen asalak tipler olarak tavsif etmiştir. Türk tüccarlar ise dürüst ve hakkı yenmiş “temiz” Anadolu sermayesini temsil ediyordu onların gözünde. Salkım Hanım’ın Taneleri ise bunun tam tersini ortaya koyuyor. Gözü paradan ve itibardan başka bir şeyi görmeyen uyanık, “aç”, hatta katil Niğdeli tüccar ve onun karşısında melaike gibi bir Ermeni manifaturacı. Devrin Türkçü eserlerindeki denklemi tersine çevirmekle yetinmiş olduğu görülüyor senaryonun. Ne garip: Yine bir uçtan öbürüne fırlatılıyoruz. Arada olmak, trajik bir konumda kalmak sanki haram bize! Ya siyah, ya beyaz! Başka renk bilmediğimiz için ortaya çıkan hikaye, Şerif Mardin’in de dediği gibi bir “melodram”dan öteye gidemiyor maalesef.

Yine de, yakın tarihimizin kara ve karanlık bir sayfasını gündeme getirdiği ve İnönü dönemini eleştirme cesaretini gösterebildiği için Salkım Hanım’ın Taneleri’nin önemli bir iş başardığı kanaatindeyim.

Beethoven’ın büstü

Söz azınlıklardan açılmışken 6-7 Eylül olaylarını hatırlamamak olmazdı. Mehmet Barlas’ın geçen yıl bir toplantıda anlattığına göre, azınlık dükkanlarına ve evlerine yönelik bu yağma ve kundaklamalar sırasında, yine azınlık vatandaşa ait bir dükkana garip bir şekilde hiç kimsenin dokunmadığı dikkat çekmiş. Dükkanın önüne gelenler vitrinine bakıp bir uyarı almışçasına onu atlayarak hemen yandaki dükkana geçiyorlarmış. Olaylar bitip de dükkanın sapasağlam yerinde durduğunu görenler merakla yaklaşmışlar vitrinine ve işin sırrını o zaman anlamışlar. Dükkanın vitrininde bir Beethoven büstü duruyormuş! Gece karanlığında bu büstü Atatürk büstü zanneden eylemciler, kılına bile dokunamamışlar dükkanın! Yüzlerce yıllık bir arada yaşamışlığın koruyamadığını bir büstün korumasına ağlamalı mıyız, yoksa gülmeli mi? Siz karar verin!

Kadınların temsili ve “farklılaşmış vatandaşlık”

18 Nisan 1999 seçimlerinin arefesinde feministler ve KA.DERcilerle girdiğimiz polemiklerde kadınların Meclis’te temsili konusunu tartışmış ve kadınlara seçimlerde özel bir kota ve ayrıcalık talep etmenin uygun olup olmayacağını müzakere etmiştik. Birçok erkek yandaştan da destek bulan bu çevre, kadınların Meclis’te yeterince (veya nüfusları oranında) temsil edilmedikleri için seçimlerde Meclis’e girmelerinde bazı ayrıcalıkları tanımanın ve seçilmelerini kolaylaştırmanın mevcut eşitsiz durumu bir ölçüde telafi edeceğini iddia ediyordu. Ben de buna, kadınların Meclis’te daha fazla sandalyeye sahip olmalarının “kadınlar”ın temsili anlamına gelmeyeceğini, çünkü “kadınlar” diye bir siyasal birim bulunmadığını, Meclis’e girecek kadınların her zaman belli bir çevrenin veya görüşün temsilcileri olacaklarını söyleyerek cevap vermiştim. Ayrıca bu tutumun, Amerika başta olmak üzere dünyanın bazı ülkelerinde tartışılan olumlu ayrımcılığa (affirmative action) dayandığı ve savundukları şeyin, amaçlamadıkları halde kendi genel yaklaşımları açısından tehlikeli ve ters noktalara uzanabileceği uyarısında bulunmuştum.

Aslında feministlerin bu tartışmada gelip gelip tosladıkları nokta, “Evrensel vatandaşlık mı, özel veya farklılaşmış vatandaşlık mı?” açmazıydı. Bana göre hem eşit vatandaşlığı, hem de geçen hafta sözünü ettiğimiz farklılaşmış vatandaşlığı (differantiated citizenship) aynı anda savunmak ve eşit vatandaşlığın arkasında duruyor gibi gözükerek kendi grubuna sıra gelince farklı bir muamele beklemek, tam anlamıyla bir çifte standarttır. Eğer onlar farklılaşmış vatandaşlığı savunuyor ve özel, ayrıcalıklı bir şekilde temsil edilmesini istiyorlarsa kadınların, bu, düpedüz Atatürk’ün tesis etmek için o kadar mücadele verdiği eşit ve bölünmez bir bütün şeklindeki vatandaşlık kavramının köküne kibrit suyu dökmek anlamına gelir ki, gördüğüm kadarıyla feministlerin hemen hiçbiri attıkları adımın buralara varacağını hesaplayarak hareket etmiyor. Kısacası, aynı anda hem Merve Kavakçı’nın Meclis’e girmesine gösterdikleri tepkide ortaya çıktığı gibi farklılığa izin vermeyen katı tekçi yaklaşımı, hem de bir cinsi diğeri karşısında kollamayı sonuç verecek çoğulcu bir muameleyi savunmak, açıkça bir çelişkidir.

Demirel’in açtığı tartışma dolayısıyla yalnız feministlere değil, tartışmaya katılması muhtemel çevrelere de aynı şeyi söylüyorum: Ya evrensel, farklılıklara kapalı vatandaşlığı savunun ya da özel, farklılaşmış vatandaşlığı. Çünkü birincisi modern iken, ikincisi postmoderndir!

One Comment

  • furkan

    9 Mayıs 2011 at 01:32

    Bence film ile kitabı karıştırmamak lazım. Filmde sürgünün ve varlık vergisinin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatabilmek için bazı şeyler abartılmış. bunlardan birinin de devletin sürgündekilere verdiği para ve vergi için bu paradan kesilecek miktardır. Filme bakarak yılmaz karakoyunluyu değerlendirmek çok da yerinde olmaz sanıyorum. ayrıca kitabında bir tarih araştırma yada inceleme kitabı değil roman olduğunu ve içerğin gerçeği yansıtmak zorunda olmadığını bilmek gerekir. Kitapta yılmaz karakoyunluya yakışmadı dediğiniz bölüm “Kafiledeki herkese iki lira yevmiye ödeniyor, bunun bir lirası Varlık Vergisi
    borcuna mahsup ediliyordu.” şeklinde verilmiş. miktar yuvarlanmış olabilir ama oran aynıdır. filme bakarak yılmaz karakoyunluya yakışmadı demesek daha iyi olur sanırım.

    Cevapla

Bir cevap yazın