O seçim ertesine rastlayan 23 Temmuz günü İzmirli okurlar şehirlerinde çıkan “İzmir” gazetesini ellerine aldıklarında gözlerine inanamadılar.
Sekiz sütuna verilen manşette etli puntolarla “Hayır! Biz bunları seçmedik” yazılıydı. Bu daha bir şey değildi. Asıl bomba birkaç gün sonra patlayacaktı. Aynı gazetenin “Fıkra” sütunu işi büsbütün azıtmış, seçimlerden henüz çıkan Meclis’e düpedüz “piç” demişti. Köşe yazısının başlığı şöyleydi: “Nesebi sahih olmayan çocuk.” Sandık anaya, oylar babaya, o oylarla seçilen meclis ise anası babası belli olmayan çocuğa benzetiliyordu yazıda. Anlayın canım, oylar değiştirilmiş, nesebi belirsiz hale gelmişti.
Nitekim dönemin İçişleri Bakanı, İzmir Başsavcılığı’nı göreve çağırıyordu. Emri alan Başsavcı’yı artık kim tutabilirdi? Nicedir diş bilediği gazeteye soruşturma açmıştır bile. Yalnız belirsiz kalan bir nokta vardır: Bu imzasız yazı kimindir? Gazete yönetimi uyanık davranmış, yazının aslını yakarak imha etmiştir. Sonunda Babıali’de adet olduğu üzre kabak yazı işleri müdürünün başına patlamış ve yazı işleri müdürü olarak ismi gözüken Müçteba Uğur adlı genç kadın mahkemeyi boylamıştı. Hem de öyle böyle değil, idam istemiyle.
İzmir DP İl Başkanı Ekrem Hayri Üstündağ’ın gelini olan Müçteba Hanım’ın kocası olan gazeteci Bülent Üstündağ o sırada askerdeydi. Müçteba Hanım, kocasının başına bir iş açılmaması için kızlık soyadını kullanıyordu. Üstelik hamileydi. Onun elleri kelepçeli olarak mahkemeye geliş gidişleri halkın büyük tepkisini çekecek ve geçtiği sokaklarda “Türkiye’nin Jan Dark’ı” diye tezahürat yapılacaktı. Kaldı ki Fevzi Çakmak da “Bu Meclis gayri meşrudur” demişti; ama ona diş geçiremeyenler göz dağı vermek için bu kadını kurban seçmişlerdi.
İşin şaka kaldırır yanı yoktu. Mahkeme gözünü karartmış, bu densize idam yahut ağır hapis cezası vermek için kalemini yontuyordu. Kocası ise bu duruma kahroluyor, etrafına sürekli olarak kendisi için intihardan başka yol kalmadığını söylüyordu. Bunun üzerine Adnan Menderes ve Celal Bayar başta olmak üzere DP’nin ağır topları bizzat evine kadar gidip kendisini intihardan vazgeçirmeye çalıştılar ve intihar etmeyeceğine dair söz almadan ayrılmadılar yanından. Ama yanılıyorlardı. Ayrılmalarından kısa bir süre sonra Bülent Bey’in evinden silah sesleri duyuldu. Seçim bir cana mal olmuş, bir yuva yıkılmıştı.
Bir can olsa yine iyiydi. Asıl, demokrasimiz kara bir leke almıştı. 21 Temmuz’da, yani bu seferki seçimlerden 1 gün önce yapılan 1946 seçimleri demokrasi tarihimize “sandık faciası” ve “hileli seçim” adlarıyla geçmişti. ‘Eh, 1912’deki sopalı seçimden bu yana epey bilinçlenmiştik.’
Birçok ilke, birçok komik ve trajik olaya tanık olunmuştu bu seçimlerde. Bir kere ilk çok partili genel seçimdi. İlk defa genel oyla ve tek dereceli seçimle 1946’da tanışmıştık. O tarihe kadar hep iki dereceli seçimle biçimlenmişti meclisimiz. Yani önce kimin seçeceğini halk seçiyor, sonra seçtikleri ikinci seçmenler milletvekillerini seçiyordu. Sonra bir kişi gerekirse birkaç yerden birden aday gösterilebiliyordu. Bu konuda rekor, zannedildiği gibi İsmet İnönü’de değil, Fevzi Çakmak’taydı; oyları hareketlendirsin diye tam 4 ilden aday gösterilmişti. Bayar ve Menderes ise üç ilde liste başıydılar. Hatta gelecekte parti başkanı olarak göreceğimiz Mehmet Ali Aybar ve Osman Bölükbaşı da DP listesinden aday gösterilmişlerdi. Hadi son bir tuhaflığı da zikredelim. Bu seçimlerden başlayarak 1950’ye kadar Nadir Nadi’nin yönetimindeki “Cumhuriyet” gazetesi CHP’yi değil, DP’yi desteklemiştir. O kadar ki, 1950 seçimlerinde Nadir Nadi DP listesinden Meclis’e bile girecektir. (Bana inanmıyorsanız Şerafettin Pektaş’ın “Milli Şef Döneminde Cumhuriyet Gazetesi” (Fırat Yay., 2003) adlı araştırmasına bakın.)
46 seçimlerinin tuhaflıkları bu kadarla kalmaz, asıl burada başlar. Seçimlerde her partinin sandığı ayrıydı, bir. Partilere vereceğiniz oy pusulaları da açık bir şekilde sandık kurulunun önünde duruyordu, iki. Gayet şeffaf bir şekilde oy kullanıyordunuz; ama oylarınız kapalı kapılar ardında sayılıyor ve sonuçlar bir ara ilan ediliyordu. Sandık başındaki DP’liler itiraz etse bile sonuç değişmiyor, bazen altı üstü birkaç sandığın sonucunu açıklamak günler alıyordu!
İşte zamanın İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, yönettiği ilde kendisine ulaşan gayri resmi sonuçları hemen açıklamış, gazetecilere İstanbul’da Demokratların silme kazandığını, milletvekili sayısına varıncaya kadar ilan etmişti. Ancak ettiğine edeceğine pişman edilmişti CHP Genel Merkezi tarafından. Kendi partisine mensup bir vali ile yapılan yoğun pazarlıklarda hiç değilse 5 ünlü ismin milletvekilliğini kazanması şart koşulmuştu. Aksi halde CHP cümle âleme rezil olacaktı! (Halbuki asıl bunu yapınca rezil olmuştu ya, neyse.)
Nihayet resmi sonuçlar ayın 24’ünde açıklanmış ve İstanbul’da DP 15, CHP 5, bağımsızlar ise 3 milletvekili çıkarmıştı. (İsmet İnönü’nün bile Ankara’da bu şekilde seçildiği iddia ediliyordu.)
Şu seçim gününüzü biraz renklendirmek adına Karadeniz fıkrası gibi bir olayı anlatarak noktalamak istiyorum yazımı.
Milli Mücadele’de Fransızları püskürttükleri için Arslanköy adını alan köye seçimden önce vali ve jandarma komutanı bir nezaket ziyaretinde (!) bulunmuş ve nazikçe “Reylerinizi Halk Partisi’ne vereceksiniz” buyurmuşlardı. İnat değil mi? Halk da gitmiş, Demokratlara vermişti. Vali sonuçları öğrenince paçayı kurtarmak için seçimlerin tekrarlanmasını istedi. Seçimler tekrarlandı; ama bir kere yöneticilere güvenlerini yitirmiş olan Arslanköylüler bu defa seçim sandığını kaçırdılar. Devletin kaçırdığı oylara ses çıkarılmazken, halkın oylarına el koyması isyan kapsamında değerlendirildi ve köylüler, tıpkı Ortaçağ’daki gibi zincire vurularak mahkemeye sevk edildiler.
Tabii rezalet üstüne rezalet! Ve 46 seçimleri, birçok ilkleri ve tuhaflıklarıyla, hileleri ve facialarıyla tarihe karıştı. Ama akıllarda gayri meşruluk suçlaması kaldı ve hiç çıkmadı. Bir de Vali Lütfi Kırdar’ın “Seçim sonuçlarını açıklıyorum” şeklindeki talihsiz beyanatı.
22 Temmuz 2007, Pazar