Tanpınar’ı doğru yayımlamak

Tanpınar’ı doğru yayımlamak

Önce dikkatsizliğimden kaynaklanan ufak bir özür. Geçen haftaki yazımda, Orhan Pamuk’un Öteki Renkler kitabının adı Öteki Sesler olarak çıktı. Yazıyı elektronik postayla geçtikten sonra fark ettim; ama geç kalmıştım. Herhalde sık sık karşısına çıkan Other Voices (Öteki Sesler) adlı İngilizce bir metnin etkisinde kalmıştı hafızam.

Geçen hafta Orhan Pamuk’un Tanpınar’ı eksik ve yanlış anladığına dair yazımı hazırlarken metinlere yeniden eğilme fırsatını buldum. Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’inde yer alan “Türk edebiyatında cereyanlar” başlıklı makalesini okurken bir cümle dikkatimi çekti ve bunu üstadın üslubuna pek yakıştıramadım. Eksik bir şey vardı cümlede sanki. Bunun üzerine söz konusu makalenin aslına gitmek ihtiyacını duydum ve Yeni Türkiye adıyla 1959 yılında hazırlanmış olan derleme kitaptaki ilk neşrine başvurdum. Tahminim doğru çıkmıştı.

Gözlerime inanamıyordum: Edebiyat Fakültesi’nden hocam da olan Zeynep Kerman’ın yayına hazırladığı Edebiyat Üzerine Makaleler’deki metinde bir atlama, hem de 8 kelimelik bir atlama mevcuttu. (Bkz. s. 114: “kurtulmuş gençliğe”den sonraki 8 kelimeden oluşan eksik ara cümle şuydu: “kurtulmuş gençliğe aslından veya dağınık tercümelerinden tanıdıkları bu muharririn ve”.

Merakımı kışkırttı ve birkaç sayfa daha karşılaştırdım. Sonuçta Tanpınar’ın kitaplarının yeniden adam gibi yayınlanması gerektiği kanaatine vardım.

Aşağıda size bu makalenin karşılaştırdığım birkaç sayfasındaki aktarma hatalarını sunuyorum. Karşılaştırmayı tamamladığımda bu listenin uzun makaleye konu olacak kadar kabarması mümkündür ve bunu nasip olursa yakında yapmayı planlıyorum. (İlk verilen tırnak içindekiler Tanpınar’ın asıl metnini, ikinciler ise Zeynep Kerman neşrini göstermektedir.)

Sayfa 102: “değişiklikler”/”değişiklik”

Sayfa 102: “sona”/”sonuna”

Sayfa 103: “çıkardığı”/”çıkarttığı”

Sayfa 103: “nevileriyle”/nevilerle”

Sayfa 104, satır 9: “bir”/”bu”

Sayfa 104: “almayı”/”almağı”

Sayfa 105: “Victor Hugo”/”Hugo”

Sayfa 115: “değişik bir terkipte”/”değişik terkipte”

Sayfa 115: “nasırlarından”/”nasırlardan”.

Bunlar belki ufak tefek hatalar addedilebilir. Lakin sizi bilmiyorum; ama ben Tanpınar’ı nasıl yazdıysa öyle okumak istiyorum. (Kendisi “lugatiyle” yazdıysa onun “lugatıyla” şeklinde düzeltilmesi benim anlayışıma ters geliyor.)

Padişahlar mumyalandı mı?

Aksiyon’un bu haftaki sayısı, epeyce merak uyandırıcı bir konuyu dosya haline getirmiş. Muhsin Öztürk’ün hazırladığı dosyada, özellikle Beylikler ve Selçuklular döneminde bey ve sultanların, bilahare de Osmanlıların yükselme dönemine kadar padişahların mumyalandığı iddiası konu ediliyor.

Mumya konusunda özel bir çalışmam olmadı, dolayısıyla ayrıntılarını ve tekniklerini bildiğimi söyleyecek durumda değilim. Lakin Osmanlı padişahları için söyleyecek birkaç sözüm var.

Konya’da Alaeddin Camii’nin avlusuna girenler iki kümbetle karşılaşırlar. Birincisinin içinde ünlü Anadolu Selçuklu sultanları neredeyse ıkış tıkış bir araya gömülmüşken, ikinci kümbet bomboştur ve üstü açıktır, bu yüzden adı “Yarım Kümbet”e çıkmıştır. “Yarım Kümbet”in altında bir oyuk vardır ve bu oyuk, ziyaretçilerin en fazla ilgisini çeken yerlerden biridir. Merdivenden indiğinizde türbenin mesahası kadar genişlikte bir bodrumun içinde bulursunuz kendinizi. Burasının adı, mumyalıktır; fakat türbe bitirilmediği için boştur, içinde herhangi bir defin izine rastlanmaz. Normalde kümbetlerde cenazeler giriş katında gördüğünüz sandukanın tam altına gelecek şekilde mumyalıklara gömülür veya bırakılırdı.

“Bırakılırdı”nın altını çizişim boşuna değil. Bursa tarihinin kendisine inanılmayacak kadar çok şey borçlu olduğu rahmetli Kazım Baykal ile 1992’de vefatından bir ay kadar önce yaptığımız görüşmede 1940’larda ünlü sanat tarihçisi Albert Gabriel ile beraber Yeşil Türbe’nin mumyalık’ına girdiklerini ve Çelebi Mehmed’in kemiklerini ince bir kum tabakasının üzerinde dağılmış vaziyette gördüklerini, hatta kemiklere dokunduğunu anlatmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, Çelebi Mehmed gömülmeyip Yeşil Türbe’nin bodrum katına tabutuyla bırakılmış, mumyalığın kapısı ise duvar örülerek kaybettirilmiştir.

Bildiğim bu tek örneğin haricinde Osmanlı padişahlarından birkaç tanesinin de mumyalandığına dair rivayetler mevcuttur. I. Murad, Fatih ve Kanuni hakkındakiler en fazla şuyu bulanlar.

Yine de ben Beylikler ve Selçuklu dönemi mumyalarıyla Osmanlı devri mumyalarını birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birinciler gerçekten de vücudun geleceğe saklanmasını amaçlamışken, ikinciler gömüleceği yerden uzakta ölenlere uygulanmıştır. Bunlarda cesedin iç organları (ahşa) çıkarıldıktan sonra vücudun geri kalan uzuvları, gömüleceği yere gidene kadar çürüyüp kokmasını önleyecek şekilde bazı eczalarla tahnit edilmiştir. Nitekim bu işlemlere tabi tutulan Kanuni’nin cesedi, ünlü minyatürde görüldüğü kazılırken gözlemlediğimiz gibi, toprağa gömülmüştür.

1950’lerde Resimli Tarih Mecmuası, Fatih’in cesedinin mumyalanmış olduğuna dair bir haber yayınlamıştır. Reşat Ekrem Koçu imzalı yazıda Fatih’in mumyasının ilk günkü haliyle mezarında durduğu Abdülhamid devri devlet adamlarından birisinin ağzından iddia edilmektedir. Tabii bu hassas haber tartışma koparır ve birkaç ay sonra haber kaynağı olarak gösterilen Şerif Paşa, Paris’ten gönderdiği bir yazıyla kendisine atfedilen bu rivayeti tekzip eder, yalanlar. Bu iddia da böylece kapanır.

Zaman zaman parlayıp sönse de her halükarda ilginç bir konu olmaya devam ediyor mumya.

Bir cevap yazın