Tarikatların gizli tarihi

Tarikatların gizli tarihi
Her zaman olmasa da yeri geldikçe oryantalist bakışın tahrif edici yanından söz ediyor ve tarihimizin doğru ve tahrifattan kurtulmuş bir resmini elde etmenin önemi üzerinde duruyorum. Çünkü kendimizi anlamamızın önündeki engellerin en büyüğü olmasına rağmen en göze görünmeyeninin, bu iliklerimize kadar işlemiş bulunan oryantalist gözlük olduğu kanaatindeyim.

Tarihle ilgili çeşitli konularda ciddi optik yanılgılara sebebiyet veren bu bakışa dair çarpıcı örnekler vermiştim, ne ki, bir vesile bulup tasavvuf tarihine, yani tekkeler ve tarikatlar tarihine eğilememiştim. Bu fırsat yakınlarda zuhur etti. Kanal 7’de Mustafa Kutlu ile birlikte “Eyüp Tekkeleri” adlı emsal teşkil edecek derecede değerli bir belgesel gerçekleştirmiş bulunan Ekrem Işın ile yaptığım röportajda çoktandır benim için bakir kalan bir alana girmek imkanını buldum. Sayın Işın, verdiği cevaplarla hem konusuna ne kadar hakim olduğunu gösterdi, hem de şimdiye kadar yeterince ele alınmayan tarikatlar tarihinin sosyal ve siyasal bir perspektiften nasıl değerlendirilmesi gerektiğini, giderek, bu perspektiften bakıldığında tarihin nasıl daha parlak bir ışık altında görünebileceğini ortaya koydu. İzninizle konuşmamızdan önemli bazı pasajları kendi katkılarımla beraber sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tasavvuf tarihinin incelenmesinin toplumsal zihniyetimizin arkeolojisini yapmak anlamına geldiğini belirten Işın, bu alanda oluşmuş bazı yerleşik yargılara da temelden karşı çıkıyor. Mesela Osmanlı Devleti’nin bugünkü milli devlet anlamında merkeziyetçi bir yapısı olduğu ve devletin kadir-i mutlak olarak işlediği tezi, temelsiz ve içi boş bir iddia ona göre. Neredeyse 72 milleti ve ondan da fazla sayıda cemaati, loncayı, tarikatı, sosyal ve askeri grubu yönetmek durumunda olan Osmanlı Devleti, bu çeşitlilik sayesinde ayakta durmakta, her türlü çeşitliliğin toplum içerisinde yasal olarak temsil edilmesi sayesinde varlığını idame ettirebilmektedir. Bunun için devlet, ancak üstüne düşen güvenlik ve asayiş gibi görevleri yerine getirmekle yetiniyor ve bunların dışında kalan hizmetleri, bu arada eğitimin de önemli bir kısmını halkın inisiyatifine bırakıyordu. Toplumda akışkanlığı sağlayacak ve çeşitli kesimler arasındaki iletişimi kurup sürdürecek kurumlar olarak da vakıflar, tarikatlar ve tekkeler özellikle serbest bırakılmış ve bir politika olarak teşvik edilmiştir.

Mesela Fatih’ten sonra medreseleri, yani ilmi eğitim ve öğretimi denetimine almıştır devlet; ama nüfusun bütününe kıyaslandığında son derece dar bir zümre yararlanabiliyordu medreselerden. Oysa tekkeler, örgün değil, yaygın eğitim veriyor ve padişahtan hamala kadar herkese açık bulunuyordu. Geleneksel bir toplumda hiyerarşinin alt ve üst katlarını bu derecede birleştirebilmiş bir ikinci alternatif kurum da mevcut değildi. Bir neşve ethos’u çevresinde gönüllü olarak birleşmiş insanlardan teşekkül eden tarikatlar, aynı zamanda ahlaki bir eğitim de vermekteydiler, yani insanların toplumda nasıl davranacaklarını da öğretiyorlardı. Bu yüzden tarikatlar bir çeşit “sivil inisiyatif” işlevi görüyordu Işın’a göre. Zira medrese veya askeri eğitim dışında insanların statülerini yükseltebilecekleri, şimdiki tabirle sınıf atlayabilecekleri yegane kurumlar olmuştur tarikatlar. Öyle zannedildiği gibi “miskinler tekkesi” filan değildir; kültür aktarımına ve üretimine vazgeçilmez katkıları olan gayri resmi eğitim kurumlarıdır.

Bugün bildiğimiz anlamıyla tarikatların bir Osmanlı dönemi gelişmesi olduğunu vurgulayan Işın, özellikle Cem Sultan’la giriştiği taht mücadelesinde kendisini destekleyen şeyhleri İstanbul’a getirterek burada yerleşmelerini sağlayan II. Bayezid’i ‘kilit şahsiyet’ olarak ele alıyor. Nitekim padişahlar arasında yalnız onun “Veli” veya “Sofu” diye anılmış olması manidardır.

Tarikatlar, toplumun hücrelerine kadar nüfuz etmiş olup özellikle İstanbul’dakiler, Arap veya Fars diyarlarından gelecek kültürel etkileri bir süzgeçten geçiren ve Osmanlı bünyesine uyarlayan kurumlardır. Mesela bir Arap menşeli tarikatın İstanbul’a gelip yerleşmesi ancak yerli bir tarikattan icazet alması ve evradının, adabının, zikirlerinin, törenlerinin yerlileştirilmesi şartıyla mümkündü. Dolayısıyla tarikatlar, zannedildiği gibi “yabancı” kültür unsurlarını içimize aktaran değil, tam tersine bu unsurları dönüştüren ve bünyemize uygun hale getiren filtreler işlevini görmüşlerdi tarih boyunca. Sözün burasında, Cumhuriyet döneminde, özellikle Arap dünyasından gelen etkilere karşı insanların hazırlıksız yakalanmalarını bu filtre mekanizmalarının iptal edilmesine bağlıyor Işın.

Ekrem Işın’ın özellikle de Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik hakkındaki yaygın görüşleri tersine çeviren ilginç tespitlerini sizlerle paylaşmayı çok arzu ediyorum; ama ileride inşaallah.

Bir yanıt yazın