Tımarhane!

Tımarhane!
Mesut Yılmaz, 1998 yılında başbakan sıfatıyla çıktığı bir yurt dışı gezisinden uçakla dönerken, rahmetli Turgut Özal’dan beri alışıldığı üzere inciler fırlatmıştı gazetecilerin kulaklarına. Yalçın Doğan’ın köşesinde yazdığına göre sabık başbakanımız, “Türkiye dışarıdan bakınca tımarhaneye benziyor.” buyurmuş. Tersinden de olsa bir hakikatı teslim ettiği için kendilerine ne kadar şükran duysak azdır!

Tımarhane, evet bayağı güzel bir teşbih.

Mesela şöyle bir ülke düşünün: Demokrasinin üç kuvvetinden -artık ne kadar ‘kuvvetleri’ kaldıysa!- yargının başındaki kişi, yargıçların vicdanları ile cüzdanları arasında sıkıştığını rahat rahat söyleyebilsin, kendisine bağlı memurların rüşvet almaktan başka geçinme çarelerinin kalmadığını cümle aleme ilan etsin. Ülkedeki en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi başkanı bile düşünce özgürlüğünün olmadığından yakınsın. Yargıtay başsavcısının işi gücü demokrasilerin en hayati unsurlarından olan partileri kapattırmak olsun.

Yürütmeye gelince, fonksiyonu neredeyse sıfıra irca olmuş olsun. Kendi başlarına karar veremeyen başbakanlar ve bakanlar kurulu, sonunda dış yatırımcı ve diplomatları kararsızlıklarıyla çileden çıkarmış olmalı ki, onlar da herkesin gittiği askerin eşiğini aşındırmış olsun. Artık asıl işlerini bırakıp yabancı iş adamları ve diplomatların randevularına cevap vermekten bunalan Genelkurmay yetkilileri de, sonunda çareyi heyetleri yüz geri etmekte bulmuş olsun. On gün önce iki aşamalı seçimin 18 Nisan’a yetişmeyeceğini bildiren Ecevit’in MGK toplantısının ardından iki aşamalı seçim için liderler turuna çıkması ve yetişebileceğini söylemesi gibi gariplikler vukuat-ı adiyeden olsun.

Her şeyi kanun ve kurallarla yürütmesi icap eden, gerekirse bu uğurda kanun ve tüzük çıkarma yetkisine sahip olduğunu unutan TBMM, yani yasama erki, “türbanlı” Merve Kavakçı ile birlikte temsil krizinin zirvesine postunu sersin. Zarafeti ile yere göğe sığdırılamayan sabık başbakan Ecevit, daha kendisi bile yemin edip milletvekili olmamışken kürsüye fırlayıp 12 Eylül öncesi Karaoğlan’ını hortlatan sertlikte bir konuşma yapsın. Ortalığı yatıştırması beklenen cumhurbaşkanı ise baş örtüsüyle Meclis’e girilmesini “provokasyon” olarak ilan etmiş olsun. (Meclis’te sadece 136 milletvekiline sahip DSP dışında provoke olan kimse olmadığına ve geri kalanı sessizliğini koruduğuna göre kimleri provoke etmiştir baş örtüsü? Kanunlarda, anayasada ve Meclis İç Tüzüğü’nde olmayan bir yasağı uygulamak mı provokasyondur acaba, uygulamamak mı?)

* * *

Peki öyleyse tımarhaneye dönmüş bir Türkiye’de bugün siyaset hangi sosyolojik denklemle izah edilebilir? Sanıyorum hal-i pür-melalimizi izah etme kabiliyetindeki bir sosyolojik kavram henüz icat edilmedi; ama ben en yatkın gibi duran kavramın Nietzsche’nin ortaya attığı “hınç” olduğuna git gide daha fazla inanmaya başladım. Nietzsche hınç kavramını zayıflar ve yoksulların iktidarın nimetlerinden dışlanmalarına duydukları öfke duygusunun kurumlaşması, hınç ahlakını ise bu öfke ve hınç duygularını bastırmak için üretilmiş aza kanaat etme biçimindeki “yaldızlanmış” müsekkin olarak ifade etmişti. Öte yandan muktedir olanlar, geliştirdikleri efendi ahlakı ile onların bu duygularını bastırmalarına yardımcı olmuşlardır.

Günümüz Türkiye’sine uyarladığımızda hemen bütün düzeylerde işlerin bir hınç psikolojisi ile yürüdüğünü fark etmek zor olmayacaktır. Başka ülkelerde sıradan kabul edilen pek çok konu, bizde yüzlerce derece hararet kesbetmekte, artık bir daha da onu soğutarak ele almak kabil olamamaktadır. İki tarafın hıncı, tartışmayı bile imkansız hale getirmektedir. En sıcak konularımızın baş örtüsü, yakın tarih, din ve tarikatlar olması yeterince anlamlıdır. Bunlar örnek aldığımız dünyada ya hukuki bir çerçevede, ya bilimsel düzeyde ya da dini yorumcular eliyle tartışılması gereken konularken, bizde herkes içindeki hıncını bu vesileyle ortaya dökme yolunu seçmektedir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in devletin başı olarak pazar günü verdiği demeçte, “… en büyük günahtır” gibi tamamen bir din adamına mahsus dili kullanmayı seçmesi veya Ecevit’in Merve Kavakçı’ya “haddinin bildirilmesini” amir konuşması hınç psikolojinin hangi boyutlara vardığını göstermesi açısından ilginçtir.

Ne dersiniz, Nietzsche yine haklı mı çıkıyor?

Bir yanıt yazın