Üniversitelerimizde bilim ve ideoloji
Zaman zaman bilim tarihi ve felsefesi üzerine yazıyorum bu köşede. Doğrudan bilimi değil, bilimin toplumsal algılanışındaki yanlışları eleştiriyor, bu alanda Batı’da ortaya çıkan düşünürlerin eserlerinden örnekler veriyorum.
İyi de, bilimin toplumsal hayattan, siyasi pratikten bu kadar kopuk seyrettiği, bazen ‘bilim bizim buralara hiç uğramadı mı?’ dedirtecek kadar bilim dışı olduğu kadar akla, mantığa, iz’ana mugayir işlerin yapıldığı bir ülkede ‘bilim eleştirisi yapmanın ne anlamı olabilir? Bilimsel çalışmaların başörtüsü ile mücadeleden sonra geldigini söyleyen YÖK Başkanı’ndan bilim hırsızlarını cirit attığı fakültelerdeki ‘al gülüm, ver gülüm’lere kadar yığınla skolastik uygulamaya sahne olan üniversiteleriyle ülkemizde‘varmış gibi’ bilimi eleştirmek gerçekten de biraz lüks kaçıyor. Ama bilimle ilgili önyargıların kırılması da son derece önemli.
Geçenlerde gazetelerde Türkiye’nin bilimsel portresindeki çarpıklığı ortaya koyan bir araştırma yayınlandı. Uluslararası Fen Bilimleri Atıf Indeksi’nde (SCI) Türkiye’nin yeri 27. sıraya yükselmiş geçtiğimiz yıl. Bu şu anlama geliyor: Türk üniversitelerinde 1997 yılında fen bilimleri alanında 4400 uluslararası ölçülere uygun, başka araştırmacıların atıfta bulundukları çalışma yapılmış. Bu başarının arkasında ise TÜBİTAK’ın son yıllarda araştırmacılara verdiği destek bulunuyor. Para ödülünden başka üzerine para vererek muteber bilimsel dergilerde Türk araştırmacıların makalelerinin yayınlanması temin ediliyor. 1000 dolara kadar çıkan bu yayınlatma masraflarını karşılayan TÜBİTAK, yazısı yayınlanan bilim adamlarına yarım maaş da ödül veriyor. Bu da Türkiye’dekibilim adamlarını araştırma yapmaya yönlendiriyor ve Türkiye’nin SCI’deki puanı istikrarlı bir biçimde yükseliyor.
Bu biraz zoraki puan yükselişinin günlük hayatımıza ne katkısı olacağını önümüzdeki yıllarda hep beraber göreceğiz. Ancak benim asıl vurgulamak istediğim iki husus var: Birincisi, İstanbulÜniversitesi’nin dev cüssesine karşın (1672 öğretim üyesi bulunuyormuş) bu indekste Türkiye sıralamasında birinci sırayahiç yükselememiş olması. Mesela Bilkent Üniversitesi 176 öğretim üyesine sahip olmasına rağmen 1996’da 149, 1997’de ise 122 yayın gerçekleştirmiş. Yani öğretim üyesi başına 0.84 (1996) ve 0.81 (1997) yayın yapmayı başarmış ki Boğaziçi’ni bile sollamış. Oysa türbanı halletmeyi dava konusu haline getiren İstanbul Üniversitesi’nde tam 1672 hoca, uluslararası ölçülere uygun 264 yayın gerçekleştirmişler 1996’da; yani öğretim üyesi başına 0.15 yayın düşüyor. Rakam 1997’de biraz yukseliyor; ama sonuç pek farklı değil: 0.20. Yani 176 Bilkentli hocanın başardığının dörtte birini, evet sadece dörtte birini onun 10 katı kalabalığındaki öğretim üyesi başarmış durumda! Devlet üniversitelerinin bilimden başka her şeyle uğraşmasının sonucu bu! Kimse kimseye kızmasın!
İkinci bir husus, Fen Bilimleri’nde uluslararası düzeyde puanımız orta seviyeleri zorlarken, sosyal bilimlerde bunun utanılacak kadar düşük rakamlarda seyretmesi. Türkiye’nin 33. sırada bulunduğu Sosyal Bilimler Atıf Indeksi’nde (SSCI) bizim üstümüzde Singapur, Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, Meksika, Güney Afrika gibi ülkeler bulunuyor. Fakat daha çarpıcı olan nokta, Bilkent’in Türk üniversiteleri arasında sosyal bilimler alanında ilk sırayı almış olması. Bilkent’i Boğaziçi, ODTÜ, Koç, Hacettepe ve Ankara üniversiteleri izliyor. İstanbul Üniversitesi’nde belki inanmayacaksınız ama 1996’da sosyal bilimler alanında uluslararası çapta sadece 4, evet 4 araştırma yapılmış. Yani Bilkent’in yine onda biri kadar.
Bütün bu rakamlar bize Türk üniversitelerinin hal-i pür-melalini yeterince açık bir biçimde ortaya koyuyor sanıyorum. Baştan başa ideolojik bir misyon yüklenme eğilimindeki üniversitelerimizin bu rakamları önlerine koyup her şeyi yeni baştan düşünmeleri gerekmez mi?
ŞEHİRLERİN KISKANÇLIĞI
Şehirlerin de birbirini kıskandığını, bu yüzden birbirleriyle rekabete, hatta zaman zaman çatışmaya girdiklerini biliyor muydunuz?
Şehir tarihi üzerinde çalışanlar bilir ki, özellikle başkentlik yapmış şehirlerin birtakım sebeplerle bu hakları ellerinden alındıktan sonra bile o parlak geçmişlerinin cazibesine kapılarak yeniden saltanatta hak iddia ettikleri yahut haklarını arayacak insanları bulup çıkardıkları bir vakıadır. Konya, Bursa ve İstanbul bunun en bariz misalleri olarak tarih sayfalarında yerlerini almışlardır. Bu defa ünlü divan şairlerimizden Nefi’nin -sevgili İskender Pala’nın afvına mağruren– Sultan IV. Murad’i medhettiği bir kasidesinden yola çıkarak Edirne’nin 17. yüzyılda İstanbul’a tekrar başkentlikte eş koşulduğunu göreceğiz.
Gerçekten de divan edebiyatının satır aralarında, labirent ve deyiş kıvrımlarında bize ait o kadar derin olaylar, bugün üzeri örtülmüş ve unutulmaya terk edilmiş güzellik ve duyarlılıklar tütmektedir ki, bunları aynı zenginlik ve taravetle bir başka metinde bulmak mümkün olmamaktadır. İşte Nefi’nin birkaç beyitte İstanbul’un karşısına Edirne’yi alternatif bir başkent olarak çıkardığı beyitler:
Merhabâ ey pâdişâh–ı âdil ü âli-nijâd
Oldu teşrifinle şehr-i Edrine reşk-i bilâd
Devlet ü ikbâl ile Dârü’s-Selam olsun sana
Gerçi olmuş bir zaman ecdâdına Daru’l-Cihad
…
Geh Stanbul ola gahi Edrine cevlan-gehi
Geh çeküb a’daya şemsir eyleye azm-i cihad
Bilindiği gibi Edirne, Sultan I. Ahmed, yani Sultanahmet Camii’ni yaptıran padişahtan itibaren tekrar gözde bir şehir olur. Genç Osman ve IV. Murad’ın, sonra da özellikle avlak olarak Edirne’yi seçen Avcı Mehmed’in, İstanbul’a hiç gitmeyip yalnız saltanatını değil, ömrünü de Edirne’de geçirmesiyle ünlenen II. Ahmed ve II. Süleyman’ın zamanları Edirne’nin İstanbul ‘un karşısına ciddi bir payitaht rakibi olarak çıktığı tarihler olarak bilinir. İşte Nefi’nin IV. Murad’a telkin etmek istediği de Edirne’nin bir ortak başkent olarak kabul edilmesidir.
IV. Murad’ın Edirne’ye gelip yerleşmesiyle diğer şehirlerin kıskançlığını üzerine çekmiştir bu eski başkent. Bunların başında İstanbul’un geldiğini söylemeye gerek yok herhalde. İkinci beyitte geçen Daru’s-Selam terimine dikkat etmemiz gerekecek, zira cennet için kullanıldığı gibi iki büyük İslam başkenti için de kullanılmıştır tarihte; birisi burc-i evliya olan Bağdat, diğeri ise İstanbul. O zaman beytin anlamı değişiyor. Öyle ki: “Atalarına Avrupa seferlerinde bir savaş / cihad üssü olarak vazife yapan Edirne, sana devlet ve ikbal ile İstanbul’un yerini tutacak bir başkent olsun.” Zaten zikrettiğimiz üçüncü beyitte gezip dolaştığı yerlerin bazen İstanbul, bazen de Edirne olması temennisinde bulunurken Nefi, döneminin hislerine tercüman olmuş bulunmaktadır.
Rahmetli Süheyl Ünver’in söylediği gibi Edirne Osmanlı tarihi boyunca daima “ikinci bir “Ville Imperiale” olmuş ve bu cihetle şehir ikinci bir payitaht olma vasfını daima muhafaza etmiştir… İstanbul’da bir hastalık veya hareket (isyan veya deprem) olunca Edirne adeta sığınak vazifesi görmüştür.”
Şehirler böyledir işte! Kıskanmakta ve kıskandırmakta üzerlerine yoktur!