Vatanından ve çağından sürgün
Almanya modern çağın laboratuvarıdır bir bakıma; modernliğin problemlerinin yoğunlaştırıldığı, konsantre edilerek yaşandığı bir coğrafyadır. Modernleşmeye, endüstrileşmeye, milliyetçiliğe, emperyalist emellere, Aydınlanma’ya hep trenin son vagonuna kendisini atarak yetiştiğinden olacak, bu geç kalmışlık duygusundan kendisini uzun süre kurtaramayacak, modernliğin birçok nimetini ‘hamdsizce’ tüketmesinin bedelini hem ülke olarak, hem de aydınlar düzeyinde bütün sonuçlarıyla yaşayacaktır.
Thomas Mann’ın Tonio Kröger’inde kahraman, hep “iki dünya arasında kalmış olmanın” sıkıntısını yaşar. Halk ile aydın kesim arasında olmak, devlet ile halk arasında, monarşi ile cumhuriyet arasında bir tercihte bulunmak… Ve bu kararlarının sonucuna katlanmak elbette…
Bu yüzdendir ki, henüz 25’inde Buddenbrook Ailesi ile büyük bir şöhrete erişen Thomas Mann, Hitler rejimi yüzünden Amerika’ya gidecek ve Almanya’yı bir daha hiç affetmeyecektir. Nurullah Ataç da bu yüzden Thomas Mann’a şöyle çatacaktır:
“Şu Thomas Mann denilen adamı zaten sevmezdim, son yazdıklarını okuyunca büsbütün soğudum. …Alamanya’nın, kendi yurdunun, milletinin ezilmesi karşısında da bir üzgünlük duymuyor. “Oh olsun!” der gibi bir hali var… (M)illetinin uğradığı felakete üzülmiyen kişiden tiksinirim, insanlığı, insan oğlunu sevmiyor demektir. İnsanlığı sevse, aralarında yaşadığı kimseleri de sevecek, onların haline de ilgilenecek. Thomas Mann’da işte bu insanlık yok: “Neme gerek? Ben artık Alaman değilim, Amerikalıyım!” diyor… Mann’ın ne adam olacağı kitaplarından da belliydi; öyle özentili bezentili cümleler düzen, bilgilerini göstermek için kitaplarının yarısını başka bir dilde yazan kimselere hiç güvenim yoktur. Onun büyük birer düşünce gibi göstermek istediği sözlere bir tırnak vurun, görürsünüz; birtakım bayağı, köhne şeylerin böbürlene böbürlene söylenilmesinden başka bir şey değildir.”
Anlaşılan o ki, burada Ataç, sanat eserini değil, sanatçının siyasal düşüncesini hedef olarak seçmiştir. Dünya edebiyatına iki şaheser (Buddenbrook Ailesi ve Büyülü Dağ) kazandırmış olan büyük bir yazar karşısında değil de, kendi yurdundan çeşitli -kendi açısından haklı da olabilecek- sebeplerle nefret etmiş bir aydın karşısında milletine sadık bir bende imiş izlenimini uyandırmaya çalışan ve hamiyyet duyguları kabaran Ataç’ın Prospero ile Caliban’da halkı nasıl aşağıladığını, küçük gördüğünü bilmesek bunları yutar görünebilirdik. Neredeyse bütün mesaisini halkın zihniyetinin, yalnız zihniyetini mi, en önemlisi konuştuğu ve düşündüğü dilin değiştirilmesi üzerine teksif eden bir aydının (bütün bunların halkı beğenmemek ve onu değiştirilmesi gereken plastik bir ‘nesne’ olarak görmekten öte bir anlamı var mı?) Mann gibi ülkesine Nobel Ödülü kazandırmış bir yazar karşısında kabadayılaşıp kahvehane ağzıyla konuşmaya başlamasını azgelişmiş aydın psikolojisine bağlamak çok mu kolaycılık olur dersiniz?
Bir aydının ve sanatçının vurulacağı tek mi’yar, rejime ve ülkesine sadakat mı olmalıdır? O zaman Almanların, Fransız komutanı Napolyon’u alkışlayan Goethe’den nefret etmeleri ve “hain” diye boğazına ip bağlayarak sokaklarda sürümeleri gerekmez miydi? Yine biz Goethe’nin eserlerini, ülkesini işgal eden bir komutanı yüzüne karşı övdüğü için meydanlarda yakmalı değil miydik? “Ne adam olacağı zaten eserlerden belliydi” mi demeliydik? (Nitekim aynı iftira, yeni rejimle uyuşamadığı için Mısır’a giden ve hastalanıncaya kadar da dönmeyen Mehmed Akif’e de atılmamış mıydı zamanında?)
Heine geliyor sözün burasında aklıma. Şu Hitler rejimince eserleri bir meydanda yaktırılan Şarkılar Kitabı’nın melankolik şairi Heinrich Heine. Bir asır önce yaşamış olmasına rağmen ve farklı gerekçelerle Almanlardan nefret eden bu Alman Yahudisi (sonradan güvenlik gerekçesiyle vaftiz olarak Hıristiyanlığa geçecektir), Almanlığa hakaret ettiği için aforoz edilmiştir Nazilerce. Alman edebiyatının en özgün soluklarından biri olan Heine, 1822’de Almanlar hakkında şunları söylemiş: “Alman olan her şeyden nefret geldi içime… Almanlıkla ilgili her şey midemi bulandırıyor. Alman dili kulaklarımı parçalıyor. Kimi zaman kendi şiirlerimden iğreniyorum, onları Almanca olarak yazmışsam!” (*)
Heinrich von Kleist, Hölderlin, Nietzsche ve çağımızda Hermann Hesse, ya intihar etmiş ya da çıldırmış, ağır ruhi hastalıklara uğramış Alman yazar, şair ve düşünürlerinden birkaçı sadece. Onlar, kelimelerden kendilerine yeni bir ülke kurarak gerçek dostlarıyla orada buluşan vatanından ve çağından sürgün edilmiş garip bir insan soyunun mensuplarıdır.
(*) Sözün burasında birden Fransızca yazmaya başlıyor Heine ve bizi de ilgilendiren şu önemli cümleleri söylüyor: “Sağlığım biraz düzelsin, Almanya’dan çıkıp gideceğim. Arabistan’a gideceğim; orada bir çoban yaşamı süreceğim, sözcüğün tam anlamı ile İnsan olacağım, üniversiteli olmayan develeri güdeceğim, Mu’allakat’dakiler kadar güzel Arapça şiirler yazacağım ve sonra Mecnun’un Leyla’sı için ak ettiği o kutsal kayaların üzerine oturacağım.” (Heine’nin Seçilmiş Mektupları, Çev.: Melahat Togar, İstanbul 1983, s. 37.)