Yirminci yüzyılın en büyük kafaları
Yirminci yüzyılın aslında 1914’te başlayıp 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle sona erdiğini söyleyen ünlü çağdaş felsefeci Gadamer’di sanırım. Çağları takvim yapraklarının mecalsiz savruluşlarına bel bağlayarak bölümlemek, tasnif etmek gerçekten de ciddi yanılgılara sevk edebiliyor insanı. Ünlü tarihçi Fernand Braudel’in onaltıncı yüzyılın yaklaşık 2 asır sürdüğünü iddia ettiğini ve bu yüzden onu “büyük onaltıncı yüzyıl” diye nitelediğini unutmayalım.
Daha önceki bir yazımda yirminci yüzyılın uzadıkça uzadığını ve ‘dünyanın en uzun yüzyılı’ unvanını hak ettiğini yazdığımı hatırlıyorum. Burada şu soruyu sormanın zamanıdır: Peki bu en uzun yüzyılı temsil edecek kişi kim olacaktır? İyi ama “hangi alanda?” sorusunu cevaplamadan bu derece genel bir soruya cevap aramanın bir mantığı olabilir mi? Söz gelimi birisi kalkıp da ofset baskı makinasının ya da transistörlü radyonun mucitlerinin içinde bulunduğumuz çağa damgasını bastığını ileri süremez ve bunda da bir parça haklı sayılmaz mıydı? Keza Hitler ve Lenin’i de, Einstein ve Freud’u da, Weber ve Wittgenstein’ı da, Wright Kardeşler ve Keynes’i de listeye dahil edenler çıkacaktır doğal olarak.
Time dergisinin yüzyılın en büyük kafalarına tahsis edilmiş olan geçen sayısında Freud ve Einstein dışında isimleri fazla şöhret bulmamış bilim adamlarının listeye alındığını görünce doğrusu şaşırmadım desem yalan olur. Niels Bohr, Schrödinger, David Bohm, Heisenberg, Heidegger gibi isimleri boşuna aradım durdum Time’ın yüzyılın en büyük kafaları listesinde. Bunlara mukabil birçok isimsiz kahramanın öne çıkartıldığına şahit oldum. Mesela televizyonun mucidi Philo Farnsworth, plastiği ilk bulan Leo Baekland, penisilini keşfeden Alexander Fleming, bilgisayar programcısı Alan Turing, transistörün babası William Shockley, çocuk felci aşısını bulan Jonas Salk gibi çoğumuzun pek fazla aşinası olmadığımız isimlerden oluşuyor bu liste. John Maynard Keynes, Jean Piaget, Kurt Godel, Rachel Carson gibi bazı tanıdık isimler de var; ama azınlıktalar.
Bu tablo bana şunu göstermiş oldu: Bilim ve teknoloji alanında adı büyüğe çıkmış birtakım isimler büyük ölçüde medya vasıtasıyla popülerleştirilmiş figürlerden oluşuyor. Mesela listede, adından günümüzde çok söz edilen Stephen Hawking’e rastlanılmaması size de ilginç gelmiyor mu? Oysa Hubble teleskobunu bulan Edwin Hubble, daha az popüler olmasına rağmen haklı olarak bu dengeli listede yerini alabiliyor. Bilimin gizli kahramanları, çok fazla popüler olmayan veya popüler olmayı reddeden bir çizgide yürütmüşlerdir çalışmalarını.
Bilimin popüler yüzü, istisnalar hariç, pazarlamayla ilgili kısmını teşkil etmektedir. Başka bir deyişle buzdağının görünen kısmını. Bilimin asıl taşıyıcıları, hamalları ise sessiz sedasız laboratuvarında, Marie Curie örneğinde olduğu gibi hayatını tehlikeye atarak ömür tüketen işçi arılardan oluşmaktadır. Time, popülaritesine bakmadan bize bu işçi arıları tanıttığı için hayırlı bir iş yapmıştır bana kalırsa.
BİR KİTAP
Gültekin Çizgen gözüyle Osmanlı’da bilim ve sanat
Gültekin Çizgen, daha çok bir fotoğraf ustası kimliği ile tanınmasına rağmen yıllardır “özgün baskı” tekniğinde yaptığı resimleriyle de adından çok söz ettiren bir sanatçı. Beşir Ayvazoğlu, Gültekin Çizgen’in 1994’te açtığı “Evrenin Gizli Tarihi” adlı sergisi hakkında şunları yazmıştı: “Uzay geometrisi ile klasik arabesklerin bir çeşit izdivacı niteliğindeki düzenlemeler, eski Müslüman sanatçılarının da kozmik tasavvurlarını ifade etmede kullandıkları -burçnamelerden alınmış- figürle birlikte yabancısı olmadığımız bir evreni seriyor önümüze. Bu bir kolaj değil bence; bilgisayarın imbiğinden geçmiş yeni ve eskinin yepyeni bir dil haline gelişidir. Türk insanının nicedir unuttuğu bir dil, modern teknolojinin diline tercüme edilmiş de diyebilirim.”
Çizgen, metinlerini Tarık Dursun K.’nın kaleme aldığı Osmanlıların Uygarlığımıza Katkıları: Bilim ve Sanat adlı son albümünde, bütün bir Osmanlı tarihinden tayin edici olay, kişi veya eserleri ele alıp bunları geleneksel minyatür anlayışı üzerine bir nevi “gölge oyunu” tekniği ile oturtarak yeni bir Osmanlı portresi çıkartıyor ortaya. Bir bakıma geleneksel sanatımızdan olduğu kadar genelde Doğu sanatından da tatlar damıtarak tarihimizin sayfalarına yeni yeni anlatım imkanları kazandırıyor. Zaten Çizgen’in gerçekleştirmeye çalıştığı şey de, geleneğin içindeki gizli ya da örtük kalmış potansiyelleri yeni ifade vasıtalarıyla buluşturmak, onlardaki gizli yönleri bugünün insanına deşifre ederek sunmak şeklinde özetlenebilir.
Çizgen’in çalışması Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700. yıldönümü anısına sunulmuş görsel bir şölen.
Gültekin Çizgen kimdir?
1940 yılında İstanbul’da doğan Çizgen, 1958 yılından beri (yani tam 40 yıldır) fotoğraf çekiyor. Bu süreç içinde tecrübelerini ve ulaştığı teorik birikimini fotoğraf üzerine yayımladığı 6 kitapla, verdiği çok sayıda konferans, söyleşi ve açık oturumla topluma sunmaya çalıştı. Şimdiye kadar yurt içi ve yurt dışı olmak üzere tam 44 fotoğraf sergisi açan Çizgen, halen resim ve fotoğraf çalışmalarını “coşkuyla” sürdürüyor.