• Home
  • Genel
  • “Bakın, Osmanlı tsunamisi geliyor diyorum!”

“Bakın, Osmanlı tsunamisi geliyor diyorum!”

“Bakın, Osmanlı tsunamisi geliyor diyorum!”

Konuşan: Çağrı Kocakaplan

Osmanlı’nın Gerçek Yüzü

Kitaplarınızda Osmanlı tarihine kendi gözümüzle bakmanın yollarını arıyor, başkalarının çizdiği şablonlarla tarihimizin açıklanamayacağını ifade ediyorsunuz. Duraklama, Gerileme, Çöküş şeklindeki kalıplaşmış dönemlendirmeyi isabetsiz bulduğunuzu ve Osmanlı’nın gerilediği söylenilen döneminde nice gelişmeler yaşandığını söylüyorsunuz. Kendi tarihimize belli bir tarihten sonra niçin gerileyen, işe yaramaz, adım adım çöküşe giden bir süreç olarak bakıyoruz? Araştırmalar bunun böyle olmadığını ortaya koymasına rağmen bu anlayış bize nasıl yerleşti ve kimler bu tezi savundu? Asıl önemlisi, tarihimize niye ‘dışarıdan’ bakar olduk?

Osmanlı tarihinin eni-boyu, eti-kemiği, boyu-posu yeni yeni ufukta gözüküyor aslında. William Dalryumple adlı İngiliz yazarın dediği gibi, Osmanlı tarihi, yeryüzünde son keşfedilen kıta olarak gülümsüyor araştırmacıların yorgun kalemlerine. Bezgin idrakimize bu iri kıyım cüsseyi sığdırmak hiç de kolay olmuyor bu yüzden. Onun zihinlerimize yapışmış büzgün halini görüyor ve göstermek istiyoruz. Bir balonun sönmüş halini esas alıyor ve şişkin halinin olsa olsa bunun gibi bir şey olduğunu düşünmeye çalışıyoruz. Bu balonu yeniden şişirmek tarihen mümkün olmadığına göre, onun büzgün halinde üzerindeki kırışıklıklardan, izlerden, çizgilerden bazı karineler çıkarmak ve ‘Kimbilir eskiden nasıldı?’ diye imal-i fikr eylemek zorunda kalıyoruz. Ama ne yaparsak yapalım, balonun içindeki ‘hava’nın, yani onun ruhunun tam olarak ne menem bir şey olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.

Rilke’nin dediği gibi, tarihçilerimiz sokakta düşmüş, can çekişen adamı değil, onun etrafına toplanmış tantana yapanları anlatmaya devam ediyorlar. Halbuki bizim artık bu yanılsamadan kurtulup tam da o adamı, onun nefes alıp verişlerini, yürek çarpıntılarını, mırıldanışlarını, vasiyetini avlamamız gerekmez mi sayfaların üzerinde? Tıpkı İbn Haldun’u -Ümit Hassan’ın nefis tespitini paylaşalım burada- Montesquieu’nün, Marx’ın, sosyolojinin şunun bunun müjdecisi sayarak yücelttiklerini sananların, aslında ikinciler olmasa Mağripli Üstadın işsiz güçsüz tarihin labirentlerinde kaybolacağını düşündükleri açık değil mi? İyi de, Marx’tan İbn Haldun’a ne?

Lakin bu travmalar yeni değil ve biz en azından modern tarihçiliğimizin başlangıcından itibaren kendimizi böylesi bir çarpıklık çağlayanının kollarına teslim etmiş bulunuyoruz. Burada bir çifte travmadan, duble bir kültürel şoktan söz etmek gerekiyor ki, bunlar Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşanan travmalardır. 1908 birinci travmadır ve tarihe bakışımızı büyük çapta etkilemiştir. Mesela “Genç Osman” figürünü bu travmaya borçluyuz. Mizancı Murad’ın “Genç Türkler” için imal ve icad ettiği Genç Osman’ın, tarihte yaşamış olan Sultan II. Osman’la tanışıp tanışmadıkları, ciddi olarak cevaplanması gereken bir sorudur. Genç Türkler’e Osmanlıyı ıslah edecek bir “ata” lazımdı ve bu figür, ‘talihsiz’ ve ‘mağdur’ padişah II. Osman’da bulundu. Diğer özellikleri unutuldu, sadece bu yönü vurgulanır oldu. Oysa kendi çağdaşları bile bu konuda farklı düşünüyorlardı. Hatta bir kısım tarihçiler, padişahın yeniçerilerin bu hakaretlerini hak ettiğini bile söyleyebiliyorlardı. Ama sonradan bu “Osman” portresinin yüzüne tiner dökülerek yeni bir resim yapıldı ve bugün biz artık tiner dökülmeden önceki resmin nasıl bir şey olduğunu özel bir gayret sarf etmeden öğrenemeyecek durumdayız.

Aynı şekilde Cumhuriyet’in 1930’lara damgasını vuran “kültür devrimi” de Osmanlı tarihini bir kere daha yerinden oynattı. Evinden çıkardı, gurbete yolladı. Hatta yurt dışına çıkarılanların sadece hanedan mensupları olmadığını, Bulgaristan’a evrak satma olayında gördüğümüz gibi, fiziken ve daha da fecisi, “zihnen” Osmanlılık da bu topraklardan sürgün edildi. Ev, boş kaldı bir süre. Sahipsiz, ıssızdı. Onu savunmak, cesaret istiyordu. Nitekim devrinde Ahmed Midhat Efendi’nin Üss-i İnkılâb’ı gibi birkaç eser istisna edilirse, Abdülhamid, 1940’lara kadar Ermeni propagandasına kapılan aydınlarımız için “Kızıl Sultan” değil miydi? (Bugün bile Hıfzı Topuz gibi ‘aydınımsılar’ ona “Kanlı Sultan” demeye bayılmıyorlar mı?) Rahmetli Nihal Atsız’ın yazıları, bu bakımdan kutlu bir kapıyı açmıştır diyebiliriz. Ahmet Refik gibi nesi var, nesi yoksa Osmanlı devrinde kazanmış, hatta geçimini Osmanlı tarihini okutarak sağlamış birisi bile, 1929’da, harf inkılabından sonra eski yazı zor olduğu için geri kaldığımız mavalına sığınmak zorunda kalmıştı.

Ben Osmanlı bilincindeki asıl kırılmanın 1908’i takip eden günlerde başladığını, bu bilincin 1914-1918 arasında Çanakkale istisna edilirse yaralandığını ve 1920’lerde yere serildiğini, 1930’larda ise o yokmuş gibi yapıldığını, yani redd-i miras edildiğini düşünüyorum. Bu dönemlendirme doğru ise şayet, 1940’ların ortalarından itibaren, o zamana kadar hafızamızın arka ve karanlık bölgelerine kilitlemeye, hapsetmeye yeltendiğimiz Osmanlı bilgisinin, üzerine serilen örtülerin altından yeniden filiz vermeye, kendisini göstermeye başladığını, 1950’lerle birlikte ortaya çıkmaya başladığını ve 1960’lar itibariyle de artık bugün anladığımız manada bir “Osmanlı” imajının yeniden sahiplenildiğini söylemek mümkündür. Yani bugün zihnimizde yeşermiş olan Osmanlı tasavvurunu, imajını 1950’lerden daha eskiye pek fazla götüremiyoruz. Bir başka deyişle, 1940’larda yaşayan birisine Osmanlı’yı bugün bildiğimiz şekilde anlatamazdınız. Anlatmak düpedüz cesaret isterdi. Neden? Çünkü içeriden eleştiriliyordu bozguna uğramış evlatlarınca, bir; ikincisi de, geri kalışımızın faturasını habire ona kesiyorduk. Bizi geri bıraktıran, oydu. Osmanlı, öteki olarak kurgulanmıştı bir kere. Biz olmayan ne varsa ona aitti. ‘Biz’ doğruyu, iyiyi, gelişmişi, moderni, dinamizmi temsil ediyorduk, Osmanlı ise yanlış, kötü, ilkel, geleneksel olanı ve atalet ve zilleti taşıyordu boynunda bir keşkül-i fukara gibi. O keşkülün içine iğrendiğimiz ne varsa boşaltıyor, hakaretlerimizi bir derviş sabrıyla sinesine çeken bu adama kestiğimiz her faturanın bizi özgürleştireceğini düşünüyor, böylece Batı karşısındaki utancımızdan uzaklaşabileceğimizi sanıyorduk. Jacques Berque’in dediği gibi, Batı kamuoyuna sakalımızı kesersek, öpmeye değer bulacağı ‘temiz’ bir yüz uzatırsak meselenin hallolacağı tesellisiyle avunuyorduk.

Oysa, Necip Fazıl’ın o güzelim şiirinde dediği gibi (“Siz benim yüzümsünüz / Eğilip suya baksam / Görünür mü yüzünüz?”), Osmanlı bize bir “yüz” sunmuştu. Yüzümüzü maskeyle değiştirmeye kalkışımızın tarihidir son yüzyılımız aslında. Hangi yüzlere hangi maskelerin geçirildiği, kimin maskeyle, kimin maskesiz dolaştığının belli olmadığı bir tarihtir bugün okuduğumuz Osmanlı tarihi. İşte ben bu yüzleri yerli yerine oturtmaya, maskeleri indirmeye ve yüzümüzü tekrar hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışıyorum. Yüzümüze vurulan zincirleri kırmak ve özgür olduğumuzu haykırmak istiyorum. Tarihimizin sırtına vurduğumuz her zincirin, aslında kendi şahsiyetimize indirilmiş bir darbe olduğunu ve aşağılık kompleksine düşmemizin en büyük sebeplerinden birisinin, kendi ellerimizle kendimizi zincire vurmuş olmamızdan kaynaklandığını, kendi beynimizi sömürgecilerin eline teslim ettiğimizi, kalemizin içinde lağım patlatmaya benzese de, ihbar etmek istiyorum sinirleri alınmış gövdemize.

Osmanlı’ya Çarpık Bakışı Düzeltmeliyiz

Siz tarihimizi ele almada nasıl bir yol öneriyorsunuz? Osmanlı tarihinde yolculuğa çıkarken Oryantalist söylemin çarpık bakışını görerek bunlar ne söylerse yanlış söyler düşüncesiyle mi hareket ettiniz, yoksa gözünüze çarpan tarihî gizlenmişliklerden bütüne giderek bu işte bir acayiplik var diyerek mi yola koyuldunuz?

Tarih, sürekli antrenman gerektiren bir alan. Antrenmanı bırakan futbolcu nasıl hamlarsa, tarih üzerinde yeni imkânları aramayı bırakan tarihçi de aynı şekilde bu yarışta ‘dökülür’. Osmanlı tarihçileri de bu “son keşfedilen kıta” üzerinde çalışırken dünyadaki meslektaşlarının neler yaptıklarını da incelemelidirler mutlaka. Çağdaş tarihçiliğin gittiği istikametleri, açtığı yeni yolları ve yöntemleri de fark etmeye çalışmalı ve kendi konularına uygulama yordamlarını geliştirmelidirler. Mesela artık Fernand Braudel’den sonra sadece Rankeci tarihe saplanıp kalarak sahil-i selamete çıkamazsınız. Satıhtaki dalgaları ve köpükleri sayan bir tarihçi, tarihin dip dalgalarını göremez. Dip dalgalarını göremeyen tarihçi de sürekli dalgaları sayan ama sayısını şaşırıp sayıma hep yeniden başlayan, fıkradaki Temel’in oğluna benzer.

Ancak burada şöyle bir tespitte bulunmanın yeridir. Günümüzde Batı’da, özellikle de Amerika’da bazı Osmanlı tarihçileri var ki, bizim Türk tarihçilerinden daha fazla savunmaktalar Osmanlıyı. Neden? Çünkü adam bizim geçirdiğimiz ve yukarıda anlattığım ‘unutma’ ve ‘inkâr’ süreçlerinden geçmemiş ki! O ideolojik baltaların uçuştuğu bir savaş meydanına girer gibi girmiyor Osmanlı tarihine. Ne diye giriyor? Anlamak için. Öğrenmek için. Tarih alanında orijinal ve yeni bir tez geliştirmek için. Şimdi bu amaçlarla giren birisinin kalkıp da Kapitülasyonlara veryansın etmesi için bir sebep yok. Adam bakıyor, Bizans’ta var, Venedik’te var, Ceneviz’de var bu kapitülasyon denilen uygulama. Hatta Emevi ve Abbasilerde de var. Selçuklularda ve Anadolu Beyliklerinde de var. Nitekim Osmanlı’da var olduğunu görüyor. Eğer bu tarihî devamlılık çizgisinden bakılırsa Kanuni’nin Fransa’ya verdiği söylenen –ama oldukça tartışmalı olan- 1535 kapitülasyonlarının, Ortaçağ ve erken modern dönem Avrasya tarihinin ortak bir olgusu olduğu görülüyor ve onun ekonomik bir enstrüman olarak değerlendirilmesi safhasına geçiliyor. Yani hangi kapitülasyon antlaşması daha avantajlıydı, hangisi değildi gibi… İşte küfretmektense anlamaya çalışan insana da incelediği olay, perdelerini birer birer açmaya başlıyor. Halil İnalcık ve Şevket Pamuk gibi birkaç ciddi araştırmacımız haricinde kapitülasyonlara hâlâ 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başının İttihatçı gözlükleriyle bakanların içinden çıkamadıkları bu nokta, eğer bir savaş baltası olarak değil de bir “mesele” olarak ele alınsaydı, suçlamaktansa anlamaya gayret gösterilseydi, elimizde ciddi etüdler, tezler, monografiler olurdu. Ama bugün kapitülasyonlar diye kütüphanelerde araştırma yaptığınızda ya Osman Nebioğlu’nun amatör çalışmasına ya da Reşat Ekrem Koçu’nun neresi abartı, neresi ciddi bilmediğiniz derlemesinden başka bir kitaba rastlamıyorsunuz. Eğer konu bu kadar hayatî idiyse, çıka çıka bunun mu çıkması gerekirdi Allah aşkına?

Oryantalizmin bizi içerisine düşürdüğü yaman tuzağın ne olduğunu iyi görmek gerekiyor. Oryantalizm, sadece Batılıların bizim hakkımızda araştırma yapması değildir. Kötülüğü de buradan gelmez. Hakikaten iyi çalışmalar da yapılmıştır. Bir Concordance’ı ihmal edebilir misiniz sırf Batılılar yaptı diye? Asıl mesele başka: Oryantalizmin bize empoze ettiği ‘örtük ideoloji’dir tehlikeli olan. Bunu Bernard Lewis’de en açık bir şekilde görüyorsunuz. Ne diyor adam? Karlofça’da Osmanlı bitti. “Uğursuz” (fateful) antlaşma diyor Karlofça için. Neden? Çünkü Osmanlı tarafı ezilmiş, büzülmüş ve Batı karşısında teslim olmuştur da ondan. Ne zamandan beri peki? Kanuni’nin ölümünden itibaren. Güzel. O zaman sayın lütfen, 1566’dan 1923’e kaç yıl geçti diye? 350 küsur yıl. Bu devletin ömrü 624 yıl sürdüğüne göre, nasıl oluyor da bir devletin yarı ömründen fazlası duraklama, gerileme ve çöküşle geçiyor ve biz ona hâlâ devlet, onun şemsiyesi altında yaşayan topluma da toplum diyebiliyoruz? İşte Oryantalizmin gizli (örtük) varsayımı buradan bir virüs gibi giriyor beynimize. Biz asırlardır gerileyen, duraklayan, çöken bir toplumuz. Yani? Biz iflah olmayız! İşte Oryantalizmin bize söyletmek istediği de bu. Bütün bir muhteşem 17. yüzyıl, musıkimizin şehrâyinleriyle doldurduğu bir 18. yüzyıl ve emperyalistler karşısındaki inanılmaz direnişiyle 16. yüzyıldan aşağı kalmayan bir 19. yüzyıl çöp tenekesini boyluyor; bugünümüzü hazırlayan ve bugünümüzün kördüğümlerinin çözülmeyi beklediği bu yakın yüzyıllar karanlığa terk edilince, başlıyor dramımız. Yüzümüz tanınmaz hale geliyor. Bir uçta Altın Çağ; Fatih ve Kanuni, öbür uçta ise bir başka Altın Çağ: Cumhuriyet. İkisinin arası, tam bir karanlık.

Böyle bir tarihin içinden ciddi bir kimlik, yüzüne bakılabilir bir kişilik, anlaşılır bir yüz çıkabilir mi? İşte bunun için diyorum ki, ders kitaplarımızdan şu –asıl- uğursuz dönemlendirme tablosunu çıkarmak gerekiyor. Yani Kanuni’den bu yana gerilediğimiz, çöktüğümüz, battığımız bittiğimiz masalını yırtıp atmak ve bu karanlıkta bırakılmış yüzümüze yöneltmek gerekiyor projektörlerimizi. Asıl yapmamız gereken şey bu. Çarpık bakışların zehirlediği bu tarihe panzehirler sunmaya, ağulanmış beyinleri sağaltmaya çalışıyorum ben yapabildiğim ölçüde. Oryantalizmin, hatta emperyalizmin kendi kendimizi tanımamamız, çarpık aynalarda seyretmemiz için karşımıza diktiği bu heyulaları kovmak ve tarihimizi evine çağırmak için çırpınıyorum.

O kadar fazla çarpık bakış var ki ortada. Maalesef buna sağcı ve inanmış aydın da alet olmakta. Mesela Çetin Altan’ın yeniçeri düşmanlığını anlayabilirsiniz ama aynı düşmanlığı Yılmaz Öztuna’da da gördüğünüzde kafanız karışıyor. ‘Neden bu kadar farklı kamplardaki insanlar aynı yeniçeriye böylesine yükleniyor?’ diye bir soru takılıyor kafanıza. Vur abalıya! Bunu gördüğüm yerde duyargalarım harekete geçer benim. Tersi geçerli olamaz mı acaba? Bir de bu açıdan bakılamaz mı? Tıpkı Osman Gazi’nin iki ordu savaşırken, kim olduklarını bilmese bile yenilmekte olanın yardımına koşması örneğinde gördüğümüz gibi, ben de bu kadar yüklenilen ve ezilen bir kesimin hakkını savunmak için soyunuyorum onların avukatlığına. Sessizliğe bürünmüş olanın sesi olmaya çalışıyorum. Tarihin içindeki bastırılmış sesleri duymaya ve onları yeniden dillendirmeye çalışıyorum. Ve bulduklarım beni şaşırtıyor cidden. Silistre’yi Ruslara karşı imanla savunan bir şehit yeniçerinin koynundan çıkan terden gömgök ıslanmış En’am cüzü gülümsüyor ıslanan gözlerime; ışıktan bir mızrak olup batıyor sonra. Tarihin katları yavaş yavaş açılıyor önümde. Bir kilim gibi. Yürüyorum üzerinde, hayretle. Şaşkınlıkla. Boynuma sarılmaya çalışanlar da çıkmıyor değil. Bir kere Silistre’ye gitmiş kul değilim ama aynı kaleyi 25 yıl arayla iki defa kahramanca savunmuş olan Sert Mahmud Paşa’yı da, Mareşal Musa Hulusi Paşa’yı da bu yolculukta tanıyıp onların büyüklükleri karşısında ister istemez ezildim. Ufaldım. Onlar gibi olmayı arzuladım koynuma bir En’am cüzü koyarak. Çıktığım sefer, onların ayak izini bulma seferiydi. Bu seferlerimden ganimet olarak getirdiklerimi saçıyorum okurlarımın sofrasına.

18. Yüzyıl Gerileme Değil, Malî Rahatlama Dönemidir

Osmanlı tarihini anlatırken sosyal bilimlere ve özellikle tarih biliminin alt disiplinlerine başvuruyorsunuz. İktisat tarihi bunlardan birisi. Bu pencereden bakınca “gerileme” diye adlandırılan dönemde bir “gerileme” söz konusu olmadığı anlaşılıyor. Ama askerî tarihten bakıldığında bundan farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Dolayısıyla alt birimlerine göre farklılık arz eden bir Osmanlı tarihi var ortada. Bu durumda hangisini esas alacağız?

Braudel’in çok meşhur bir sözü vardır. “Bugünü anlamak için bütün tarihi seferber etmeliyiz” der. Tarihin cazibesini açıklayan ışıltılı bir tespit bu. Zira tarih, zannedildiğinin aksine geçmişe dönmek için değil, yaşayan, kanlı canlı bugünü ve geleceği aydınlatmak için okunup incelenir. Bu yüzden de aslında tarih okurken zihnimizde hep bugünkü sorunlar gezinir durur. Onları çözmek ve anlamak için okuruz tarihi. Bugünün içimizde açtığı boşluğu geçmişin sesleriyle doldurmaya, onlardan destek bulmaya çalışırız. Velhasıl, geçmişi geçmişe dönmek için değil, bugünü çözmek için öğreniriz. Bunun için de, elimizdeki bütün imkânları geçmişe doğru seferberliğe çağırmalıyız.

Bu anlamda sosyal bilimlerin, hatta matematik, istatistik, demografi gibi bilimlerin de tarihimizi anlamak uğrunda seferber edilmeleri gerekmektedir. Sözünü ettiğiniz iktisat tarihi de bu disiplinlerden bir tanesi. İktisat tarihi, özellikle Ömer Lütfi Barkan’ın çığır açıcı çalışmalarından itibaren Osmanlı tarihinin en fazla işlendiği alanlardan birisi olmuştur. Bugün Halil İnalcık hoca başta olmak üzere Mehmet Genç, Şevket Pamuk, Huri İslamoğlu, Donald Quataert, Nely Hanna ve Roger Owen’ın isimleri, bu hızla gelişen alandan birkaç damladır sadece.

Bu araştırmacıların zengin arşiv malzemesine ve yeni bir metodolojiye dayanarak ortaya koyduğu sonuçlar bizi şaşırtıyor her seferinde. Mesela Mehmet Genç’in ufuk açan tespitleri. Bizim “gerileme” döneminde yer aldığı için küçümsemeyle baktığımız o karanlığı bol 18. yüzyılda bir mucize görmüştür kendisi. Avrupa ülkeleriyle mukayese edildiğinde Osmanlı maliyesinin bütün kaybedilen savaşlara, toprak ve insan kayıplarına vesaireye rağmen vergi oranlarında mühim bir yükseliş kaydedilmemiş görünmektedir. Oysa aynı dönemde bazı Avrupa ülkelerinde vergi oranları 30, 50, hatta 100 kat artmış görünüyor. ‘Acaba bu dönemde üretim mi düşmüş de vergiler bu kadar aşağıda seyretmiş?’ diye baktığınızda bunun da geçerli olmadığını, 16. yüzyıla göre 18. yüzyılda üretimin miktar olarak arttığını görüyorsunuz. O zaman mesele daha da çetrefilleşiyor. ‘Yoksa devlet intihar mı ediyordu?’ diye sormanız bile mümkün bu durumda. Oysa 17. yüzyılın Avrasya çapında vurup geçen büyük bunalımını atlatma taktiklerinden birisi olarak merkezîyetçilikten uzaklaşma eğiliminin Osmanlı idaresinde ağır basmaya başladığını müşahede ediyorsunuz iktisat tarihi üzerine yapılan çalışmalardan.

Sanıyorum Dina Rızk Khoury’nin verdiği bir örnek yeterince açıklayıcıdır. Halep’e gelen bir vali, şehrin ileri gelenlerini toplar ve onlara ekonomik durumun nasıl düzeltileceğini sorar. Kodamanlar hemen küçük esnaf ve çiftçiden vergi toplanmasını tavsiye ederler. Onları dinleyen vali, kendilerine bir oyun oynamaya karar verir. Kodamanları bir ziyafete çağırır. Önce herkesin önüne kuş eti servis ettirir. Bir güzel yerler ama karınları doymaz tabiatıyla. Arkasını beklerler. Bir süre sonra içi doldurulmuş bir koyun gelir sofraya. Bu defa herkes bir güzel karnını doyurur. Sonra sözü alır valimiz ve şunu söyler: Halktan toplanacak vergi şu kuş kebabına benzer ki, ne bizim karnımızı doyurmaya yeter, ne de kuşu kestiğimize değer. Ama şu koyunu gördünüz, hepimizi nasıl da doyurdu! Şimdi pamuk eller cebe bakalım. Kuş etiyle beni uğraştıracağınıza, şehir için gereken parayı sizden toplayacağım. Kendisine “Allah’tan kork!” diyenlere de şu cevabı yetiştirir: Hem öbür dünyada 3-5 kişiyle uğraşmak, binlerce kişiyle uğraşmaktan daha kolaydır.

Şimdi Osmanlı’nın bu politikasının yaygın bir şekilde uygulandığı dönemin özellikle 17. yüzyıl ve sonrasına rastladığını görüyorsunuz. Yani iltizam rejiminin yaygınlaştığı yüzyıllarda. Devlet bir bakıma bugünkünden de “ileri” bir özelleştirme yapmakta ve bırakın yalnız timarları satmayı, görevleri dahi satmakta ve böylece hazineye külliyetli miktarda nakit para girişini hızlandırmaktadır. Dikkat edilsin, azil yetkisi bile “ekonomik” bir enstrüman olarak kullanılmıştır (elbette tek ölçü o değildi ama sonuçları bakımından her azil kararı, hazineye taze para girişi demekti). Böylece koca 18. yüzyılın büyük bir kısmı hem mali açıdan bir genişleme dönemi olmuş, hem de ekonomide belirgin bir derinleşme sağlanmıştır. Palmira Brummett bu gerekçelerle Osmanlı Devleti’ni “tüccar devlet” diye adlandırmaktadır ki, çoğumuzun zannettiği gibi salt askerî bir devlet olduğu iddiası çok su götürür Osmanlı’nın.

18. yüzyılda, 1739’da Belgrad Antlaşması’yla Karlofça’daki kayıplarını geri alan ve büyük bir felaketle sonuçlanan 1768 Rus savaşına kadar iktisadî istikrarını koruyup piyasaları derinleştiren Osmanlı Devleti’nin gerilemiş olduğunu söylemek, en basitinden sınır takıntısıyla izah edilebilir. Yani bir devletin sınırları küçülünce herşey kötüye gider mi demek istiyoruz? Şairler daha kötü şiir yazmaya, bilim adamları araştırma masasını terk etmeye, asker daha kötü savaşmaya mı başlar sınırlar küçülünce? İlle kazanmak mı gerekir? Hep sonuçlarına göre mi değerlendireceğiz eylemlerimizi? Kaybedersek imanımız az, kazanırsak imanımız çok mudur? İmanlı olup da kaybedemez miyiz yani? Ya da tersi: İmanımız zayıf olup da kazanamaz mıyız? Neden “zafer” ile “iman”ı böylesine anlamsız bir terazide tartmaya çalışıyoruz ki?

Nereden bakarsak bakalım, “gerileme” kavramının tarihimizin göbeğine bu derece keyifle kurulmuş olması, bakışlarımızı bulanıklaştırmakta, tarihimiz içindeki hakiki cevherleri görmemize engel olmakta, en fenası da, kendimize asırlardır yenilmiş, zelil olmuş, çürümüş bir milletin çocukları olarak bakmamıza sebep olmaktadır. Bunun bedeli de kendisine, ülkesine, toplumuna ve devletine güvenmeyen, “Kaçacaksın bu memleketten!” sloganıyla ifade edilen bir eziklik psikolojisini beyninde taşıyan tiplerin üniversitelerimizin kampüslerini istilası şeklinde ödenmektedir bugün. Demek ki tarihte işlenen bir hatanın bedeli, tarihe değil, gerçekte bugüne, bugün yaşayanlara ödetilmektedir. Öyleyse tarih, bugündür. Bugünü okur gözlerimiz tarihte.

Vak’a-i Hayriye Gerçekten Hayırlı Bir Vak’a mı?

Şimdi Osmanlı tarihinin üzerinden sis perdelerini aralayalım ve genel tarih bilgilerinin aksini söylediğiniz noktalara temas edelim. Mesela Osmanlı sisteminin belkemiği Yeniçeriliğin kaldırılışı… Yeniçeriliğin kaldırılışında bir yabancı parmağı mı var? Çünkü yeniçeriler isyan etti bahanesiyle ortalık karıştırılıyor, askerlere akıl almaz iftiralar atılıyor ve Sancak-ı Şerif açılarak Yeniçerilerin tepesine biniliyor. İşin daha ilginci bundan sonra olanlar; İngilizlerle Ticaret Antlaşması, Tanzimat Fermanı; yani Batı’nın iç işlerimize müdahalelerinin meşrulaşması. Sanki bir operasyon yapılıyor. Yoksa bütün bunlar bir komplo teorisi mi?

Yeniçerilik, kuruluşundan kaldırılışına kadar tek bir kurum gibi gözükmesine rağmen aslında asırlar içerisinde gerek askerî, gerek sosyal, gerekse zihnî düzeyde birden fazla yeniçeriliğin yaşadığını bilmemizde fayda var. 14. yüzyılda kurulurkenki yeniçeri ocağı ile 1826’da kaldırıldığı zamanki yeniçeri ocağını tamamen aynı kurummuş gibi ele almak yanıltıcı olur. Yüzyıllar çok şeyi alıp götürmüş ve çok şeyi de eklemiştir bu kurumun yüzüne.

Mesela ateşli silahların orduların yapısı üzerindeki etkileri yeterince incelenmiş değildir bizim tarihlerde. Oysa 15. yüzyıldan itibaren topçu ve tüfekçi birliklerinin savaş makinesinin bünyesine girişi, bir yaya kuvveti olan yeniçeriliğin alanını giderek daraltmış ve savaşlarda netice alıcı konumdan onu hızla uzaklaştırmıştır. Böylece ateşli silah teknolojisinin gelişimiyle birlikte Osmanlı merkez ordusunun içinde savaşın neticesine tesir bakımından giderek marjinalleşen yeniçeri birliklerinin ne yapılacağı bir sorun teşkil etmeye başlamış ve bunun halline yönelik çözümler düşünülmüştür. Biliyorsunuz, zaman zaman yeniçeriler terhis edilip sokağa salınmış ama savaşmasını bilen ve bir komutanın emri altında yaşamaya alışmış bu güçlü kuvvetli insanların, yaşanan Küçük Buz Çağı sebebiyle toprağını terk edip şehirlere göçmüş bulunan işsiz güçsüz ve gayrımemnun bir kitleyle buluşması, yıllar boyu devam edecek olan Celali İsyanları’nın fitilini tutuşturacak ve bir yığın asayiş problemi doğuracaktır. Yani devlet ne bünyesinde bu kadar irileşen ama savaş sırasında etkisizleşen bir gücü barındırabiliyor, ne de onları sokağa salabiliyordu. Bir karar vermesi lazımdı ama. Bu karar, yeniçerinin sivilleştirilmesi yönünde verildi. Evlenmelerine, yurt yuva kurmalarına, çift çubuk sahibi olmalarına, dükkân açıp ticaret yapmalarına izin verildi. Sivil hayatla kaynaştırılarak hem yeni bir Müslüman tüccar zümresi oluşturuldu, böylece piyasalar üzerinde devletin hem içinde, hem dışında yeni bir Müslüman sınıfın denetimi başlatıldı. Artık yeniçeriler, ulemanın yanında ikinci bir destek daha bulmuş oldular kendilerine: Esnaf ve zanaatkârlar. Yani loncalar. Böylece giderek Osmanlı sisteminin kamuoyu oluşturma, gerekirse dezavantajlı kesimlerin sözcülüğünü yapma ve onlar adına hak arama gibi görevleri üstlenen bir nevi “üçüncü güç” haline geldiler. Şimdi böyle bir güce artık biz I. Murad zamanında (1362) kurulmuş olan kapıkulu ocağının bir şubesi gözüyle bakamayız. O zamanki yapı ile 1826’daki yapı, adı aynı kalsa da, büyük ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Yani sivilleşen bir yeniçeri ile sadece savaşmak için yetiştirilen bir yeniçeri arasındaki fark, 14. yüzyıldaki bir esnaf ile savaşçı bir yeniçeri arasındaki farktan az değildir. Yani önce sivilleştir, sonra da niye savaşmıyorlar diye onları suçla. Propogandanın ve galiplerin etkisi böyle bir şey işte.

O zaman da 1826’da Üss-i Zafer adlı buram buram propaganda kokan kitapta yazıldığı gibi yeniçeri ocağı bir haşerat sürüsü, savaşmayı unutmuş bir başıbozuklar topluluğu olarak suçlanabilir mi? Eğer yeniçeriler devlete rağmen savaşmayı unutmuş, dükkan açıp ticarete yumulmuşlarsa, bunun cezasını vermeyen devlet kendinde aramalı değil midir kabahati? Neden engel olmamıştır? Engel olamadığı bir gelişmeden dolayı ocağı suçlayıp kapatmanın, üzerine topları çevirerek yakıp yıkmanın manası ne olmalıdır? Besbelli ki, bu bir tasfiye sürecidir ve Osmanlı sistemini tıkayan bir tıkaç haline gelmiştir yeniçeri. Islahat çağında merkezileşmek isteyen merkezi idare, her reform adımında kazan kaldıran yeniçerinin kahrını daha fazla çekmeye niyetli değildir. Bu yüzden de kilit sökülmeli, “şer güçler” temizlenmelidir. Vak’a-i Hayriye’nin anlamı budur.

Tabii bir de dış boyutu var meselenin. 18. yüzyıl boyunca, özellikle de 19. yüzyıl başlarında İngiliz elçilerinin sık sık şikayet ettiklerini görüyoruz yeniçerilerden. Limanlara düşük gümrükle gelen ucuz İngiliz mallarından haraç alarak Londralı burjuvalara tatlı kâr fırsatı bırakmayan yeniçerilerin hamallar ve kayıkçılar gibi yan elemanlarıyla birlikte liman gümrüklerini ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Böylece kapitülasyonlardan gelen haklarını bile istedikleri gibi kullanamadıklarına şahit oluyoruz İngiliz kapitalistlerin. Bir an önce Osmanlı da “liberal” ekonomiye geçmeli ve liberal ekonomiye giden yolda en büyük ayak bağlarından birisi olan yeniçeri ocağı lağvedilmelidir. İngiliz kapitalizminin bu isteği, defalarca iletilmiştir Babıali’ye. Ve III. Selim’in yapamadığını II. Mahmud başarmış, 1826 Haziran’ında Karacehennem İbrahim Ağa’nın topları, Etmeydanı’ndaki yeniçeri kışlasını yerle bir etmiştir.

Operasyon şimdilik tamamdır. Ön, açılmıştır. Ardından reformlar ve antlaşmalar birbirini izleyecektir. Komplo mu? Hayır, tarih…

Batılılaşmanın İç Dinamikleri

Osmanlıların emperyalizme dayanma süresinin Yeniçeriliğin kaldırılışıyla alakası var mı? Çünkü Ocak, Batılılaşmaya direnen bir kurumdu. 1838 İngiliz Ticaret Antlaşmasını liberal ekonomiye geçiş olarak adlandırabilir miyiz?

İşte tarihi bu kadar ilginç kılan da bu her adımında karşımıza çıkardığı cıvıltılı seslerdir. Evet, Yeniçeri Ocağı, reformlara engel olduğu ve sistemi kilitlediği için tasfiye edildi. Bunda yabancı parmağı da vardı, ama modern ve merkeziyetçi bir devlete giden yolda iç ıslahat ihtiyacı da vardı. Reformlara ve Batılılaşmaya engel oluyordu yeniçeri ocağı, doğru. Lakin söylediklerimizden Yeniçeri Ocağı ne pahasına olursa olsun ayakta kalmalıydı sonucunu çıkarmak da yanlış olur. Tepki olarak Yeniçerilik kaldırılmasaydı her şey güllük gülistanlık olurdu kanaatine kapılmamalıyız. Aksi halde kendimizi tarihteki aktörlerin bir kısmının yanında, öbürlerinin karşısında buluruz ki, bu anlamsız bir kavgaya sürükler bizi. Oysa yapmamız gereken, anlamaktır. Anlamak için de her iki tarafın da haklı ve haksız yönlerini bulup göstermek ve bir analizini yapmaktır. Şimdiye kadar Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışından 12 yıl sonra, 1838’de İngilizlerle imzalanan ticaret antlaşmasıyla ve bir yıl sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla gelen sürecin dışarıdan dayatılan yönü üzerinde oyalanıp durduk hep. Oysa bu işin bir de iç dinamikleri vardı devrede. Doğan Avcıoğlu’nun izinden giden popüler anti-emperyalist tarihçiliğimiz, maalesef bu noktada tam bir aymazlık içindedir. Bizi hep etkilenen, maruz kalan, pasif ve Batı tarafından şekillendirilen bir plastik nesneymiş gibi ele almışlar, bizdeki değişim dinamiğinin içine başlarını uzatıp bakmak ihtiyacını duymamışlardır. Oysa dış etkiler kadar buna da bakmalı değil miydik bu toplumun aydınları olarak? En azından kendi güçlerimizi ve zaaflarımızı tanımak için bunu yapmalıydık. 1838 Ticaret Antlaşması üzerine Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (Timaş, 2005) adlı kitabımda yaklaşık 15 sayfalık bir makale yazdım ve bu antlaşmanın iç dinamiğini uzmanların ağzından özetledim. Ayrıntıları oradan okuyabilirsiniz. Ama şu kadarını söyleyeyim: Bu antlaşmanın kötülüğü üzerinde o kadar durulmuştur ki, içinde biz yoğuzdur neredeyse. Şu kadar tezgah kapandı, İngilizlerle aramızdaki dış ticaret açığı şu kadardan şu kadara çıktı yaveleri her kitapta körü körüne tekrarlanır. Lakin ekonomik bir felaketin –tabii bir felaketse- dahi olumlu sonuçlara yol açabileceği hiç düşünülmez. Şimdi şimdi bazı araştırmacılar, bu antlaşmanın başlangıçta bazı sektörler üzerinde yıkıcı bir etki yaptığını ama diğer bazı sektörleri de geliştirdiğini, desteklediğini ve başlangıçta Osmanlı imalat sektörü üzerinde olumsuz bir tesir icra etmişken, 1850’lerden itibaren bu şoka karşı yeni alternatiflerin yine Osmanlı imalat sektörü tarafından bulunduğunu, dahası, tarımın ticarileşmesi yönünde yeni gelişmeleri tetiklediğini söylüyorlar. Nitekim 1860’lardan sonra Osmanlı imalat sektöründeki canlanma ve üretim düzeylerindeki ciddi artış, bunun en belirgin kanıtları. Aynı iddianın sahipleri bazı verileri de çarpıtmaktadırlar. Mesela İngiltere ile aramızda oluşan ticaret açığının, Osmanlı’nın Fransa ile yaptığı ticaretteki fazla ile dengelendiğini nedense kimse söylemiyor bize. Bir tek İngiltere’ye bakmak ve verilere böyle keyfi bir şekilde dans ettirmek, bizi böylesine şaşırtabiliyor, hatta aptallaştırabiliyor. Mesela 1850’lerden itibaren İngiltere’nin Osmanlı limanlarına yaptığı ihracat miktarında düşüşler başladığını ve bunun yüzyılın sonlarına doğru giderek arttığını biliyoruz. Bunun sebebi de, kapitalizmin Osmanlı limanlarında aradığı tatlı kârı bir türlü yakalayamaması ve kendisine Hindistan cephesinde daha tatlı kâr umutları keşfetmesidir. Şimdi eğer bu geniş perspektiften, yani küresel tarihin ışığında bakmazsanız hadiseye, ideolojik bir gözlüğe mahkûm olur, tarihini içinde kımıldayan hayatı, felaketlere direnen ruhu ve kendi çözümünü bulma ve üretme diriliğini de fark edemezsiniz. Böyle olunca da bütün bir tarih, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi hiçbir ilginçliği bulunmayan bir bataklığa döner, bu bataklık yavaş yavaş düşünme kapasitesinizi de içine alıp yutar. Ben bu bataklığı kurutmaya ve orada kımıldayan hayatı keşfetmeye adadım kendimi.

Harem, Tıpkı Maliye Gibi Bir kurumdur

Ya Harem? Kitabınızdan öğrendiğimize göre, Haremi padişahların cariyelerle gününü gün ettiği bir yer zanneden Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına -ne kadar utanç verici ki- Amerikalı bir kadın tarihçi bunun yalan olduğunu söylüyor. Hareme niye Batılının fantezileriyle bakıyoruz? Yoksa tarihimizi Batılılardan öğrenecek duruma mı geldik?

Biraz öyle galiba. Ben de bir yazımda yeni Osmanlı tarihinin Batı’dan doğmakta olduğunu yazmıştım. Kastım şuydu orada: Biz fena halde ideolojik mücadelelerin içine gömülmüş vaziyetteyiz. Tarih de bu mücadelenin savaş baltası olmuş durumda. Dolayısıyla tarihle ilgili bir konuyu ele alırken savunmak veya saldırmak, her iki durumda da karşı tarafa haddini bildirmek için bu baltayı kullanmaya soyunuyoruz. Oysa bir Batılının, hele bir Amerikalı, bir Japon’un kafasındaki problematikler tamamen farklıdır. O, bir şeyler öğrenmek ve kendisinden bilgi isteyen kanallara doğru ve ‘anlaşılır’ bilgiler taşımak için bu işe soyunuyordur. Dolayısıyla anlamak, onlar için çok çok daha önemli. Eğer biz de tarihi bir savaş baltası olmaktan çıkartır, onu anlamanın bizi ve bugünü ve geleceğimiz anlamak olduğunu idrak edebilirsek, bu takdirde tarihteki bir çok konuya daha soğukkanlı bakmayı başarabiliriz. Yine de o kadar kolay bir hadise değil bu.

Harem, iki yanı keskin bir bıçak. Bir yandan Batılı muhayyilenin haz yatırımı, bir yandan da bizim hassas noktamız. İster istemez saldırı-savunma hattının hayati bir mevzii oluyor Harem. Oysa Leslie Peirce’in Türkçeye de çevrilen Harem-i Hümâyun adlı kitabı, bütün bu problemlerden azade bir gözle bakabiliyor Hareme. Onu bir kurum gibi inceliyor. Mesela maliye gibi kurum tarihi olarak ele alıyor. Kadın ve erkek iktidar alanlarının bir mücadele sahası olarak ortaya çıkan haremin aslında son derece girift bir yapı arz ettiğini gösteriyor. Asıl işlevinin de hanedanın üreme işlevinin düzenlenmesi, denetlenmesi ve sürdürülmesi olduğunu, bunun da son derece sıkı kurallarla belirlenmiş bulunduğunu tespit ediyor. Şimdilerde Osmanlı kadın tarihine olduğu kadar Hareme de yeni bakış açıları geliştirilmekte ve bu bakışlar ışığında, asırlık tartışmalarımızla iyice karanlığa bürünmüş olan Harem realitesi, yavaş yavaş gömüldüğü karanlıktan çıkmakta ve aydınlanmaktadır.

Dolayısıyla biz bugün Batılının bir haz nesnesi olarak kurguladığı Harem’i, yine aynı şekilde bir haz nesnesi olmadığı mantığından giderek göğüslemeye çalışıyoruz. Temel yanılgımız burada yatıyor aslında. Cevabımız da sorunun türünden olunca, aynı tuzağa biz de yakalanıyoruz. Oysa harem bir zevk cennetidir, iddiasının cevabı, sadece ‘değildir’, olmamalı. Onun ne olduğunu anlatmalıyız biz öncelikle. Neydi, bir kurum olarak neydi, hangi dönüşüm duraklarına uğradı, hangi aşamalardan geçti, mantığı neydi, kuralları nasıldı, Batı fantezilerin kurbanı olan bu kurumun beşerî dokusu nasıldı, hastalıklar, ölümler, yaşlılık, çocukluk, bebekler, umutlar, hayal kırıklıkları, kazanılan ve kaybedilen savaşlar bu kurumun çekirdeğini nasıl etkiliyordu, padişaha genç kızları sunanların politik beklentileri nelerdi, nasıl çetin bir iktidar mücadelesi cereyan ediyordu içeride, Hürrem Sultan’dan sonra değişen ne oldu, nasıl oldu da ilk ve son defa bir padişah kızı Mihrimah Sultan bu kadar öne çıktı, görünürlük kazandı ve İstanbul’da iki camiye birden ismi verildi…?

Gördüğünüz gibi, tarih soru sormakla başlıyor. Sorular anahtardır. Kilit ise tarih. Bizim işimiz soru sormak ve bu anahtarları kilidin içine sokmak. Açılıp açılmayacağı biraz da bizim ustalığımıza bağlı değil mi kilidin?

Lâle Devri’ni Nasıl Değerlendirmeli?

Üzerine çok büyük laflar edilen ama yeterince açıklığa kavuşturulamayan Lale Devri meselesi de var. Okutulan tarih kitaplarında israfın, zevk u sefanın hüküm sürdüğü bir zaman deniliyor. Kimilerine göre ise Osmanlı’nın bozulmasının alametlerinin ortaya çıktığı bir dönem. Fakat araştırmalar Lale Devri’nin de içinde bulunduğu 18. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı sisteminin ekonomik ve bürokratik olarak altın devrini yaşadığını gösteriyor. Lale Devri’nin bu karmaşıklığı hakkında ne söyleyeceksiniz?

Lale Devri karmaşık bir dönem gerçekten de. Aslında Osmanlılar böyle bir dönem olduğunun farkında değiller. Bu tabir, Yahya Kemal’e ait. Yaygınlaştıran ise Ahmet Refik olmuş. Ve ondan sonra sanki “tabii” bir devirmiş gibi ele almışız onu. Oysa çok ilginç ilişkiler cereyan ediyor içinde. Bir yandan bir tercüme heyeti kuruluyor, Doğu’dan, Batı’dan klasikler, bilimsel eserler tercüme ettiriyor. İçerisinde Ahmed Nedim Efendi de var, yani bizim şair “Nedim-i Şeydâ”mız. Yine bu dönemde İbn Haldun’un Mukaddime’sinin fark edildiğin ve tercümesine –bitmese de en azından- başlandığını biliyoruz (tamamlamak Cevdet Paşamıza nasip olacaktır onu). Çinicilik, canlandırılıyor, ve en önemlisi de, Türkçe matbaa bu dönemde giriyor ülkeye. Ancak ilginç bir görünüre çıkma hali olarak da eğlence hayatını görüyoruz. Aslında daha önceki dönemde eğlence Lale Devri’nden daha az değil. Yani anormal bir dönem değil Lale Devri. Ancak bu dönemde ilginç olan iki husus var. Birincisi Nepotizm, ikincisi eğlence hayatının sarayın içinden çıkıp halkın da görebileceği açık alanlara taşması. Nepotizm, biliyorsunuz daha önce Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile başlayan, kendi akrabalarını yönetime getirme ve böylece Osmanlı hanedanının karşısına bir başka ailenin iktidar ilişkilerini yayma işlemidir ve Lale Devri’nde bunu Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın da yapmaya çalıştığını görürüz. Dikkat edilirse hem Feyzullah Efendi’ye, hem de İbrahim Paşa’ya halk arasında büyük bir hınç oluşmuş, onları tepetaklak etmek için birincisi (1703 Edirne Vak’ası) kansız, ikincisi (1730 Patrona İsyanı) kanlı olmak üzere iki büyük darbe gerçekleştirilmiştir. Bu ihtilallerin asıl hedefi, hanedanın kendisi değil, onun etrafına bir sarmaşık gibi örülmüş olan nevzuhur hanedanların tasfiyesiydi. Kötülüklerin onlardan kaynaklandığını düşünüyorlardı ve bu haklı taleplerini ifade etmek için de ayaklandılar.

Aslında 1718’den 1768’e kadarki dönem, bir çok iç (isyanlar, deprem, yangınlar) ve dış gaileye (İran, Rus ve Avusturya savaşları) rağmen nisbî bir sükûn devresi şeklinde geçmiş, bu istikrarın ekonomi üzerindeki etkileri de epeyce olumlu olmuştur. Dolayısıyla 18. yüzyılın Osmanlı ekonomisi, Şevket Pamuk ve Mehmet Genç’in araştırmalarına istinaden rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, 16. yüzyıldan bile daha gelişmiş ve genişlemişti. Şimdi karmaşık bir dönem bu: bir yandan isyanlar, öbür yanda eğlence hayatı; bir yanda Levnî, öbür tarafta İbrahim Müteferrika; bir yanda İbrahim Paşa, öbür tarafta Patrona Halil; lale çeşitleri geliştirmeye kendini vakfedenler ile Mukaddime’yi çevirmeyi kendine vazife edinenlerin bir arada yaşadığı bir dönem. Dolayısıyla tek bir açı ve ölçü seçip her şeyi ona göre değerlendireceğimiz ‘düz’ bir dönem olmaktan uzaktır Lale Devri. Bir çok palazlanmaların ve bir çok yıpranmaların dönemidir. Bu sebeple üç boyutlu film gözlüklerini takarak bakmakta yarar var. Aksi halde revnakından çok şey yitirebilir.

Patrona Halil Meselesi

Bir de Lale Devri’ni kapayan Patrona Halil isyanı var. Bu isyanın temeli ne? İktisat tarihçilerinin altın devir diye niteledikleri bu dönemdeki isyan ekonomik temelli mi yoksa siyasî bir takım tesirler mi var? Tabii burada konuşmadan geçemeyeceğimiz bir asî portresi var. Saraya giren, teklif edilen para ve makam tekliflerini reddeden, padişaha bağlı isyancı Patrona Halil.

Patrona Halil İsyanının ekonomik temeli de var, siyasi temeli de. Ama unutmayalım ki, 18. yüzyıl, Osmanlı sistemine bir çok ilki sokmuştur ve bu ilklerden biri de, toplumsal örgütlerin siyasî rejimi bile tartışmaya başlamasıdır. Nitekim 1703’de II. Mustafa tahttan indirilirken, az kalsın hanedan bile değişebiliyordu (Kırım hanlarından birini tahta çıkarmayı düşünen devlet adamları bile olmuştu). Hatta Çalık Ahmed Ağa’ya bakılırsa, cumhuriyetle bile idare edilebilmeliydi Osmanlı memleketleri. (Nitekim Raguza Cumhuriyeti, Osmanlı monarşisi bünyesinde yüzyıllarca yaşamamış mıydı?) Patrona Halil, Çalık Ahmed kadar ‘demokratik’ düşünceli birisi değildi belki ama onun da iktidarı kan dökmek amacıyla değil, bir tür ‘Köroğlu ideolojisi’yle yönetmeye kalktığını kaydediyor tarihlerimiz. Halktan birisi, Patrona Halil, bir padişahı (III. Ahmed) tahttan indiriyor, öbürünü (I. Mahmud) tahta çıkartıyor, çıplak ayaklarıyla divan-ı hümayun toplantılarına başkanlık ediyordu pekala. Ve daha da ilginç olan husus, Osmanlı toplumu ve idaresi, bütün bunları öfke duysa bile onu ‘anlaşılır’ buluyordu. Burası son derece önemlidir. Demek ki, Patrona Halil ve arkadaşları, aslında Şerif Mardin’in deyişiyle söylersek, kötülere karşı iyilerin safında ortaya çıkmış ve toplumun nazarında derin bir meşruiyet temeli edinmişlerdi. Patrona Halil de kendisine bu kadar güvenen iyilerin beklentilerini boşa çıkarmayacak ve teklif edilen göz kamaştırıcı mevki ve paraları elinin tersiyle itecektir.

Velhasıl, Patrona Halil’e sosyal meşruiyet çizgisinin bir mahsulü gibi bakmak dururken, onu eşkıya sürüsünün başı gibi anlatmak, önümüzdeki bu zengin ve renkli malzemeyi gözden kaybetmek demektir; bu yüzden de genellikle düşünmeyen bir tarih öğretildiği için, daha doğrusu, tarih bir düşünme konusu haline getirilmediği için Osmanlı tarihine yeni bir gözle bakmamıza imkan tanıyan bu adamı ve sırtladığı olayı yeterince aydınlatamamışızdır. O bir şey kaybetmiş değildir kuşkusuz. Kaybeden ve kendi darlığımızın içine bir kere daha katlanan ve gömülen, biziz.

İnsanlık Kendisine Bir Osmanlı Bulacaktır

“İnsanlığın son adası” dediğiniz Osmanlı, 1847 yılında İrlanda’ya İngiltere’nin muhalefetine rağmen yardım gönderiyor. Bu insanlığın günümüz dünyasında yeşermesi mümkün mü? Osmanlı’nın çöküşünü de bu çerçevede değerlendirebilir miyiz? Yoksa Osmanlı para ve menfaat ilişkilerinin esas alındığı bir dünyadan “artık oyunun tadı kalmadı” diyerek çekilen bir ihtiyar mı?

Bunu Anka’nın Yükseliş ve Düşüşü adlı kitabında Oral Sander de söylüyor. Anka kuşu gibi, Birinci Dünya Savaşı’nda, yeniden bir daha doğmak için intihar etti, kendisini ateşlerin içine fırlattı diyor Osmanlı Devleti için. Gerçekten de kendini insanlığın temel değerlerini, haysiyetini, şerefini, prensiplerini koruma ve adaleti tesis idealine kilitlemiş bulunan Osmanlı ruhu, bu değerlerin hiçe sayıldığı, insanlığın haysiyetinin ayaklar altına alındığı bir dönemde buna engel olamadan kendini yaşamış sayabilir miydi? Böyle bir fosilce yaşayışa razı olabilir miydi? Kendisini ‘mazlumların koruyucusu’ olarak gören bir misyon devleti, bu misyonu yitirdikten veya uygulayamadıktan sonra var olmanın bir anlamı olduğuna hala inanabilir miydi? (Burada tek tek devlet adamlarının uygulamalarını değil, Osmanlı kimliğinin tezahür ettiği anlam kuşağını vurguluyorum.)

Bosna’da bir söz vardır: Devlet zamanı. Yaşlı Boşnaklar, kendi aralarında konuşurken, “Devlet zamanında şunlar vardı” derler. Bu aslında kendini Osmanlı hissetmiş olan hemen bütün topraklar için geçerli bir arke-devlet hatırasıdır. Babamın bir yengesi vardı, Hamide Nine (Allah rahmet eylesin). Hep Sultan Hamid zamanındaki bolluk ve bereketten, ekmek fiyatlarının ucuzluğundan söz ederdi. Hamide Nine için devlet, Abdülhamid dönemi demekti. Galiba bazı tarihçiler ona son padişah derken bunu kastediyorlar. Abdülhamid’den sonra dediğiniz gibi oyunun tadı kalmadı. Tek kale maça döndü. Ama bu tek kale, hep bizim kalemiz oldu.

Yalnız benim yakınlarda ölen bir filozoftan (J. Derrida) mülhem olarak Osmanlılık prensibi üzerine bir yorumum var. Haksızlıkların, zulmün ve insanın haysiyetini çiğnemenin bu derece olağanlaştığı bir yüzyıl, Osmanlılık yoksa bile onu icat etmek zorunda kalacaktır. Zalime zalim olduğunu haykıracak, kurda kurt olduğunu hatırlatacak ama kendisi kurt olmayan bir modelin inşasının en güçlü adaylarından birisidir Osmanlı. Bu Osmanlıyı biz icad edemezsek, merak etmeyelim, insanlık kendisine bir Osmanlı bulacaktır.

Bir kere yaşanan bir daha neden yaşanmasın ki? Zaten tarih de bizi geleceğe iten bir tsunami olmayacaksa bırakalım mahzenlerin içinde gizli kalsın. Ben bir “Osmanlı tsunamisi”ni tetiklemeye çalışıyorum. Daha doğrusu bu tsunaminin gelmekte olduğunu haber vermek istiyorum. Gözü açık olanlara elbette… Bakın, diyorum, Osmanlı tsunamisi geliyor, dikkatli bakın!

Türk Edebiyatı,  Sayı: 379,  Mayıs 2005,  s. 56-63.

3 Comments

    • Mustafa Armagan

      7 Eylül 2011 at 15:09

      Kamil kardeşim,
      Bu tür hayal ürünü hikayelere değil de belge ve bilgilere dayalı tarihe bakalım. Bu konuyu 3 gün önceki yazımda ele almıştım. Siteden okuyabilirsin. Ama okuduktan sonra yine yorumunu beklyorum. Sevgiler.

  • sakine

    19 Kasım 2011 at 00:31

    sayın hocam sizi senelerdir elimden geldiğince takip etmeye çalışan ve her verdiğiniz bilgi karşısında hayranlık duyan nacizane bir vatandaşım.Lakin sizin bilgilerinizden faydalanmaya doyamıyor ve katıldığınız her programa gücüm yettiğince bende iştirak edip sizden daha çok istifade etmeyi arzuluyorum..bu konuda nereden bilgiye ulaşabileceğim hususunda bana yardımcı olursanız çok mesud olurum..selam,saygı ve dua ile…

    Cevapla

Bir cevap yazın