Osmanlı’da çevre ve temizlik

Avlularınızı ve meydanlarınızı temiz tutun”, “Temizlik imandandır”, “kıyamet kopuyor olsa bile elindeki fidanı dik” gibi hadisi şeriflere baktığımızda görüyoruz ki, yaşanılan mekanların, çevrenin, suyun temizliği gibi konular Hz. Peygamberin döneminden itibaren çevrenin korunması hususunda özen gösterildiğini anlıyoruz. Bu hadisler Müslümanların çevreye bakışında bir duyarlık geliştirdi mi acaba?

Bir kere İslamiyetin çevreye bakışı, çevrecilik denilen seküler akımınkinden çok daha ihatalıdır. Çevreyi sadece yatay düzlemde ele almaz, onu aynı zamanda kâinatın kutsal kubbesi altına da sokarak ele alır. Böylece ‘ot’, parktaki sıradan bir yeşillik olmakla kalmaz, aynı zamanda üzerinde ilahi ışığın tecelli ettiği bir ayet olarak imanını rükünlerine bağlanır. Bu sebepledir ki, İslamiyet dünya mabet anlayışına tabiatın içinde ibadet etme anlayışını getirmiştir. Mesela Budistler de diyelim okyanus kenarında yoga yaparlar ama mabetlerinin karanlık köşelerde binlerce mum yanar. Ve içerisi korkunç bir yanık mum kokusuyla kaplanır. İbadetin sizi tarafsız olarak bırakacağı o nesnel vasatı yakalayamazsınız bir türlü. Her şey sizi yönlendirmektedir, iradenizi esir almaktadır. Kurallar, heykeller şu bu. Hıristiyanlık daha da böyle. Üç nefli yapılan kiliselerin ana amacı, içeriye giren mümini yanlara sapmadan apsise yönlendirmektir. Yani hep bir yönlendirme ve inisiyatifini elinden alma tavrı hakim.

Oysa Müslüman mabetlerine baktığınızda buna hiç gerek duyulmadığını görürsünüz. Cami içinde kimin nereye oturacağı hiç önemli değildir. İmam bile ruhbanlar gibi bir hiyerarşik makamın sahibi olmayıp cemaat tarafından seçilmiş bir görevliden ibarettir. Daha da önemlisi, özellikle Osmanlı camilerinde karşımıza çıkan geniş pencelerle tabiata açılan birer dev çadır görünümüdür. Namaza kılarken Sultanahmet’te denizi temaşa edebilir, selam verirken Bursa Orhan Camii’nde bahçedeki gülleri seyredebilirsiniz. İbadet tabiatın içine taşınmıştır adeta. Oysa Hıristiyanlıkta biliyorsunuz küçücük pencereler, dar kapılar filan şeytanların, kötü ruhların mabetlere girememesi için mahsus böyle yapılmış önlemler cümlesindendir.

Nereye getireceğimi anladınız sözü. İslamda mabetler bile tabiatla iç içe tasarlanmış, çevreden koparılmamış yapılardır. Bir mümin, temiz ve helal kabul edilen bir çevre içerisinde yaşar, ibadet eder, yok şeytan, yok iblis, yok kötü ruhlar, poltergeistlar filan demeden Rabbinin kendisine mescid eylediği arz üzerinde bu derin bilinçe yaşar, bu bilinçle camisini inşa eder, hatta bu bilinçle evini tasarlar. Özetleyecek olursak Seyyid Hüseyin Nasr’ın dediği gibi Müslüman, tabiata kendisine karşı sorumluluk hissedilmeyen bir ‘fahişe’ gibi değil, sonuna kadar beraber yürüyeceği bir ‘eş’ gibi bakar.

Tarihe baktığımızda Osmanlı’nın çağdaş dünyaya bıraktığı en önemli miraslardan birisi de çevre kültürü olduğunu görüyoruz. Osmanlı’da çevre konusunda neler yapılıyordu?

Osmanlı’da çevre temizliği konusundaki klasik örneğimiz, Fatih’in “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” sözü veya yerdeki tükürüklerin üzerine kül dökerek pisliğin en azından görünmesine mani olacak insanlara günlük ne kadar ücret ödeneceğine dair vesikadır. Ancak en az bunun kadar önemli olan bir hususu, Turgut Cansever hoca gündeme getirmiştir. Haliç kıyılarındaki korulara koyun, keçi gibi hayvanların bırakılmaması ve Evliya Çelebi’nin, özellikle bahar mevsimlerinde insanlar ve hayvanların taze çimeni ezmelerine mani olmak için çayır bekçileri görevlendirilmesi gibi örnekleri de mutlaka hatırlamalıyız. Tabii Atatürk’e atfen kullanılan “Köylü milletin efendisidir” sözünün aslının da Kanuni’ye ait olduğunu bilmek lazım. Ancak Kanuni “Reaya bir milletin efendisidir” demişti. Reaya, köylüyü de kapsar ama genel olarak üretici demektir. Demek ki “Bir milletin efendisi üreticidir” diyen bir Sultandı Kanuni. Ve nedense Marksistlerimizin dikkatini çekmedi bu söz.

Osmanlı bahçeleri tabi yetişme ve gelişme seyri içerisinde bırakılırken, modern park ve bahçelerde yetişen bitki ve ağaçlara geometrik şekiller verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bahçedeki düzenin tabii hallerine saygı da başta belirttiğim sebebe dayanır. Yani İslam bahçeciliğinde doğanın düzenine ancak onun kurallarının izin verdiği ölçüde bir müdahale söz konusuydu. “Horticulture”, yani kültür bahçeciliği ise işte deve şeklinde bir bitki, onun yanında bir leylek filan bana tabiatla oyun oynamak gibi geliyor. İlginçlik uğruna doğaya bu denli müdahaleye çok sıcak bakmıyorum.

Daha fazla üretim, daha fazla kazanma ve modernleşme uğruna sanayi toplumlarının içinde yaşadıkları fiziki çevreyi heba ettiklerini düşünüyor musunuz?

Sadece sanayileşmiş Batılı ülkeler değil, Japonya ve Çin gibi yükselen ülkeler de kirletiyor tabiatı. Bizde kirletmiyorlar mı? Belki daha fenası Türkiye gibi kuralları henüz konulmamış ülkelerde yaşanıyor. Tabiat vahşi bir şekilde geri dönülmeyecek telafisi imkansız denilecek oranda kirletiliyor. Bu bir tabiata bakış şekli aslında. Tabiat her dediğimizi yapacak mı yoksa onunla dost olarak mı geçineceğiz? 21. yüzyılın teknolojisi bu sorunun sınırı etrafında şekillenecek gibi görünüyor.

Türkiye, çevrenin korunması ve çevre kirliliği konusunda Batı’nın yaşadığı sürecin neresinde?

Yanılmayalım. Batı da bütün organları aynı anda eşit düzeyde gelişen bir organizma değil. Batı’nın da içinde çok Batı, orta Batı, az Batı var. Mesela İspanya ve Yunanistan AB’ye girmeden evvel bizim bulunduğumuz ligde sayılırdı. Ancak şimdi bir üst lige çıkmış görünüyorlar. Yani Batı da kendi içinde sürekli bir evrim geçiriyor. Tabii biz de… Böyle olunca Türkiye sanayileşme oranı itibariyle çevreyi tahrip nispeti (ateşin cirmi kadar yer yaktığı gibi) düşük. Ancak çevre hukuku da oluşmamış durumda henüz. Bakın şekerli gıdaların üzerine konulan boyalara. Ambalajın üzerine bakarsanız hepsi gramı gramına kanuna uygun gibidir. Ancak laboratuarlara gönderilen ekstreler ile fabrikalarda kullanılanların birbirini hiç tutmadığını bilmeyen var mıdır? Bir gıda mühendisine durumu sorduğumda ‘fazla kurcalama orayı’ demişti. Demek ki AB prosedürleri, şunlar bunlar olabilir ama onları uygulamada denetleyecek bilinçte ve sorumlulukta kurumlar oluşturmak da önemli.

Tarihe baktığımızda o dönemde mesela mahalle kültürü daha baskın dolayısıyla, şimdiki teknoloji o dönemde yok, çamaşır makineleri filan yani, ancak 1539 yılında yayınlanan bir nişan-ı hümayunda ev, kervansaray ve hamamların titizlikle temizlenmesi gerektiğine işaret edilirken, çamaşır yıkanan suların çevreye dökülmesi katiyetle yasaklanıyor ve ağır cezalar veriliyor. Şimdi belki de bunun yerini ev önlerinde yıkanan halılar aldı. O dönemde sokak temizlikleri nasıl denetleniyordu?

Osmanlı’da çöpçülüğün de resmen bir meslek dalı olarak kabul edildiğini biliyor muydunuz? İşte temizlik işleri yapan ve bu arada topladığı süprüntü ve çöplerin içinde değerli eşya arayanlara “arayıcı” adı verilmiş ve bu işi yapanlar, “arayıcı esnafı” adlı bir esnaf loncasına bağlanmıştır. Arayıcılar İstanbul’u semt semt dolaşıp süprüntü yığınlarını, molozları, yangın yerlerini, dere ve deniz kenarlarındaki atık su kanallarını eşeleyip buldukları eşyayı satarak geçimlerini sağlarlardı. Evlerden, han ve benzeri yerlerden çöpleri, süprüntüleri küfe ve zembillerle toplar, bunları deniz kenarında temizleyip içinde değerli bir şey bulurlarsa satarak geçimlerini sağlarlardı.

1868 yılında yapılan belediye nizamnamesindeki değişikliğe kadar arayıcı esnafı, şehrin temizlik işlerini üstlenmiş bulunuyordu. Arayıcıların “Çöp çıkaran” diye bağırarak sokaklarda dolaştığını ve evlerin kapılarını çaldığını, topladıkları çöpleri küfe veya çuvallara doldurarak iskelelere götürüp orada ayıklama işlemine tabi tuttuklarını biliyoruz. Arayıcı esnafı, bu işi ihaleyle alırdı ve Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere bakılırsa, subaşına yılda 60 bin akçe aidat ödemekle mükellefti.

Malum, halkın şikayetleri Osmanlı sisteminde vazgeçilmez bir yer tutmaktaydı. Aynı şekilde, arşiv kayıtlarında mahallelerin yeterince temizlenemediğinden ve çöplerinin toplanmadığından şikayet eden çok sayıda dilekçeye rastlamaktayız.

Ancak arayıcı esnafının çarşı ve pazarın çöplerine karış(a)madığı anlaşılmaktadır. Çarşıda bu işin sorumluluğunu esnaf kethüdaları üstlenirdi. Böylece esnafın çarşılarını bizzat temizlemeleri sağlanır ve bu işin masrafı ‘avârız sandıkları’ndan karşılanırdı.

Ayrıca arayıcı esnafının bağlı bulunduğu Çöplük Subaşı veya Tahir Subaşı da denilen büyük şehirlere mahsus ayrı bir memurluk vardı ki, bunlar asker kökenli (ocaklı) olmakla birlikte kadı veya naiblerin emrinde çalışırlardı. 1826’da Yeniçeri Ocağı lağvedilince subaşılık da kalkmış oldu. Temizlik işleri önce İhtisab Nezareti’nin, daha sonra da Zabtiye Nezareti’nin uhdesine verilmiş oldu.

Osmanlı döneminde çevre konusu hangi padişah döneminde daha fazla önemsenmiştir?

Tabii Fatih’i biliyoruz hepimiz ama diğer padişahlar döneminde de pek çok düzenleme yapılmıştır. Bunu göstermek için size üç örnek vermek istiyorum.

4 Mayıs 1669 (Gurre-i Şevval 1107) tarihli bir buyrultuda İstanbul Kadısı’nın dikkati, şehrin mahallelerinde, cami ve mescit avlularında, sokak ve pazarlarında oluşan kirliliğe çekilmekte ve buraların temizliği için imamlara, vakıf yönetim kurullarına ve esnaf loncalarının reislerine defalarca tembihte bulunulduğu halde yeterince temizlenmediğinden bahisle, mahalle halkını, vakıf yöneticilerini ve lonca kethüdalarını toplayıp kulaklarını çekmesi istenmektedir. Yapılması istenenler şöyle sıralanmıştır: Her biri mahallelerin, sokaklarını, cami ve mescit civarlarını, sokak ve pazar yerlerini temizlemelidirler. Bundan böyle kimin sorumluluk bölgesinde çöp ve atıklar görülürse “haklarından gelinmesi”, yani cezalandırılması istenmektedir.

12 Mart 1810 tarihli bir başka buyrultuda ise bu defa kışın şiddetli geçmesi yüzünden evlerin damlarında ve sokaklarda biriken biriken kar ve buzların kaldırılması, biriken karlar yüzünden çökme tehlikesi geçiren eski binaların (kâr-ı kadîm ebniyenin) üzerindeki karın kürenmesi gerektiği belirtilmekte ve bu işi o mahallelerin imamlarına vermekte, kadıdan ise işin yapılıp yapılmadığını takip etmesi istenmektedir.

26 Ağustos 1822 gününe geldiğimizde İstanbul Kadısı’na gönderilen buyrultu, Kurban Bayramı’nda kurbanların “baş ve ayak ve ciğer ve fudalatları”nın sokak ortasına veya köşe bucaklara atılmasının engellenmesine yöneliktir. Kurbanın kalıntılarının sağa sola –tıpkı şimdilerde olduğu gibi- atılması sonucunda şehirde kötü bir koku oluştuğu, bu yüzden kadı’nın mahalle “adamları”nı “meclis-i şer’e”, yani mahkemeye davet ederek bayram müddetince kurbanlıklardan arta kalan parçaların sokaklara atılmamasını tembih etmeleri istenmekte, fermanın aksine davranışları görülenlerin cezalandırılacakları bildirilmektedir. Bu belgede de dikkatimiz çeken nokta, kadıların temizlik işlerini sivil halkın temsilcileri olan mahalle imamlarıyla ‘beraber’ gerçekleştirmeleri, yani Osmanlı kamu düzeninde yerel inisiyatifleri hareket geçirmenin önemli bir yer tuttuğudur.

Tabii bir de Sultan II. Abdülhamid’in evhamlı derecesinde bir temizlik hastası olduğunu söylemem lazım. Bunu öğrenmek için kızı Ayşe Osmanoğlu’nun hatıralarına başvurmak yeterlidir.

Son sorum, Osmanlı da çevre-temizlik-sokak denetimi demişken “Osmanlı’da yaşam”dan bahseder misiniz?

Osmanlı’da yaşam… Zordu, kolaydı. Çileliydi, zevkliydi. Çetindi, tatlıydı. Mangal başında geçirirdiniz kışı ama ateşte çıtırdayan kestanelerin kokusu, hünnap reçelinin tadı, lavantalı sandıkların büyüsü hiç ama hiç unutulmazdı. Biz unutuyoruz. Ne yazık… Hayat kolaylaştıkça, refah ve konfor arttıkça galiba insanların birbirlerine anlatacakları derinlikli hatıralar da buharlaşacak. İnsanlığın şimdiye kadar oluşturduğu gökkubbe küçülüyor sanki. Küçüldükçe hatıralarımızla, hayallerimizle, zevklerimizle biz de küçülüyoruz gibime geliyor. Dünya küçüldü diyenler insanın ufuklarının da küçüldüğünü söylemiyorlar bize. Televizyonların bize rüyaları unutturduğunu söylersem çok mu ileri gitmiş olurum, bilmem. Ama teknoloji de telafi ilkesine göre çalışıyor. Getirdiği kadar götürüyor da. Mesela Yavuz Sultan Selim o gece rüya görmeyene ‘Sen insan değil misin, nasıl rüya görmezsin?’ diye çıkışırmış Hoca Sadettin Efendi’nin dediğine göre. Rüya görmeden aylarımız geçiyor da onu bile hatırlamıyoruz.

Osmanlı’da hayat… Rüya gibiydi desem? En iyisi görmediğimiz bir rüya diyeyim de net olsun.

Bir cevap yazın