Bir harita gösteriyorum gençlere. Ben içinden çıkamadım, sizin zihniniz açıktır, hiç tarih bilmediğinizi varsayarak şu haritaya bakıp cevap verin: Sarı ve bej rengi ile gösterilmiş bu iki devlet savaşmışlar ve biri öbürünü “denize dökmüş”. Bu savaşı kimin kazanmış olabileceğini söyleyin.
“Aaa” nidası yükseliyor. Ege’den Akdeniz’e kadar kıyılarımızı bir perde gibi kuşatmış burnumuzun dibindeki adaların 500 kilometre uzaktaki Yunanistan’a ait olduğunu hiç bu kadar çıplak müşahede etmemişler anlaşılan. Derken bir gülümseme yayılıyor yüzlerine. Biraz aldatılmışlık hissiyle karışık, “Savaşı sanki Yunanlar kazanmış!” sözleri salonların duvarlarında mahcup bir tınıyla yankılanıyor.
Lozan’ı zafer olarak yutturanlar 12 Ada meselesini de hafızamızdan silmiş oldular. Silinmeseydi hiç olmazsa acısı kalırdı içimizde. O acıyla düşünmeye zorlardık beynimizi, belki bir çıkış noktası bulurduk. Ama unutturulan her şeyin kangrenleşeceği ve bazan bir Cumhurbaşkanının dilinden dışa vurulacağı hiç hesap edilmemiş olmalı. (Hatırlarsanız 29 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan’ı ve 12 Ada’yı şu sözlerle hatırlatmıştı: “Bağırsan duyulacak adaları Lozan’da verdik, zafer mi bu?”)
Şimdi 12 Ada’nın elimizden nasıl gittiğini kuş bakışı görelim.
1911 yılında İtalyanlar Trablusgarb’a saldırmış ve bizi barışa zorlamak için Rodos ve 12 Ada’yı geçici olarak işgal etmiş ve Trablusgarp’tan subaylarınızı çekmezseniz adalara el koyarız demişlerdi.
Bunun üzerine 1912 Ekim’inde Uşi’de yapılan antlaşmanın 2. maddesi gereği biz Trablusgarb’dan (Libya) askerimizi derhal çekecek, İtalya da adaları derhal teslim edecekti.
Gelin görün ki, tam bu sırada Balkan Harbi patlak verdi. Yunan donanması 12 Ada’yı işgale hazırlanıyordu. Sırf adaları Yunanlılara kaptırmamak için İtalyanlara, ‘Hiç değilse savaş sonuna kadar kalın’ demek zorunda kaldık.
1. Dünya Savaşı’nda İtalyanlarla da savaşacak, böylece 12 Ada hukuken bize ait görünmesine rağmen İtalyan işgalinde kalacaktı.
Lozan’da ne mi oldu? 15. maddeyle 12 Ada’nın tapusunu İtalya’ya bıraktık. Ta ki, 2. Dünya Savaşı’nda anavatanları tehdit altında kalan İtalyanlar hem Libya’dan, hem de Adalar’dan çekilme kararı alıncaya kadar bu durum devam etti.
Eğer bu yeni süreçte Türk hükümeti fırsatları değerlendirebilseydi bazı adaların geri alınması veya adalar üzerinde bazı haklarımızın tanınması mümkün olabilecekti.
İtalya ve Almanya
“adaları alın” dedi
1943 yılında Mussolini anavatan derdine düşüp Adaları boşaltma emrini verdi ve Türkiye’ye, ‘Gelin, adaları sizden almıştık, eski adalarınızı alın’ dediler. Almadık, bizim başkasının(!) toprağında gözümüz yok dedik.
Derken İtalyanlar gitti, Almanlar işgal etti adaları. Onlar da 1945 yılında yenileceklerini anlayınca adaları boşaltmak zorunda kaldılar ve bize adalarımızı geri almamızı teklif ettiler. Türkiye buna da yanaşmadı. ‘Bizim sınırlarımızı dışında bir çakıl taşında dahi gözümüz yok’ dedi.
Nihayet 1945 baharında İngiliz donanması Almanların boşalttığı 12 Ada’yı işgale başladı. Yunanistan İngiltere’ye başvurup adaları istedi (bu arada Rodos’u işgal etmişti). Nihayet 10 Şubat 1947 tarihinde Paris Konferansıyla 12 Ada Yunanlılara teslim edildi.
Olayları sıraladık ama hani kanıtlarımız? İşte:
İlk olarak Feridun Cemal Erkin’in 1976 yılında Milliyet gazetesinde yazdıklarına bakalım.
1946’da Paris’te toplanan savaşın galipleri, İtalya ile barış antlaşması şartlarını görüşmektedir. Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevini yürüten Erkin, hükümete konferansın 12 Ada’nın kaderini tayin işini görüşeceğini bildirmiş, görüşmelere katılma girişimde bulunmak için izin istemiştir. Hükümet Cumhurbaşkanı İnönü’nün başkanlığında toplanmış ve şu kararı almıştı:
“İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olmaklığımız dolayısıyla, savaşın ganimetlerinden pay almak hakkımız yoktur. Konferansa davet edilmek için müracaat yapılmayacaktır.”
ABD Büyükelçisi Edwin Wilson’la görüşen Erkin, ona, Adaların aslında Türkiye’ye ait olduğunu, Anadolu’ya en yakın olanlarının bize verilmesi gerektiğini söylemiştir. ABD Elçisi bu iddialı sözler karşısında sessizliği yeğlemiş olmasına rağmen, Erkin aynı görüşleri bu defa İngiliz Büyükelçisi Sir David Kelly’e aktarmış, o da durumu Dışişleri Bakanı’yla görüşeceğini bildirmiştir.
Sonuçta Erkin’in girişimi Ankara tarafından engellenmiş ve 12 Ada, nüfusun çoğunluğu Rum olduğu gerekçesiyle ve silahsızlandırmak şartıyla Yunanistan’a ihsan edilmiştir. Böylece Yunanlar Rodos dışında tek kurşun atmadan hiçbir zaman kendilerinin olmayan adaların sahibi oldular.
Yalnız Erkin’in dikkatini çeken nokta önemli. Eğer bir yerde çoğunluk olmak orada hak sahibi olmak anlamına geliyorsa bu niçin başka meselelerde bizim lehimize uygulanmamıştır? Mesela Batı Trakya’da nüfusun %80’i Türktür. Şu halde bu mantığa göre bizim de Batı Trakya’da hak iddiamızın doğacağını savunacak çapta acar ve gayretli bir Dışişleri kadromuz olsaydı bazı hakların kazanılması mümkündü.
Dahası var. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlar, İngilizler ve Ruslar (özellikle Stalin) Bulgaristan sınırında bazı yerler ile Adalar’ı veya birkaç adayı almamızı teklif etmişlerse de, Tek Parti hükümeti hep çekimser kalmıştı. (Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap (1. Bölüm), Bilgi: 1999, s. 139-41)
Madalyonun öbür tarafını, eski Dışişleri Bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangil açıklıyor.
Cüneyt Arcayürek’in yaptığı söyleşide Çağlayangil Dışişleri Bakanlığı arşivinde bir belge gördüğünden bahsediyor ve içeriği hakkında ayrıntılı bilgi veriyordu:
“İngiltere, adalar konusunda Paris Konferansı hazırlanırken Ankara elçisi eliyle Türk hükümetine bu konferansa katılmasını bildirmiştir. Belki adaların hepsinin Türkiye’ye verilmesi bahis konusu değildir, ama bazıları üzerinde Türk yararlarına uygun incelemeler ve görüşmeler yapılabileceği inancındadır. Gördüğüm belgeye göre Dışişleri Umumi Kâtibi nezdinde yapılan bu teşebbüse Türk hükümeti cevap vermemiştir. Daha sonra İngiliz elçisi, bir ikinci teşebbüs daha yapmış, bu adalarda Türklerin de oturduğunu, hiç değilse bu açıdan konferansta Türkiye’nin de bulunmasını uygun gördüklerini söylemiştir. Hatta İngiliz elçisi, bu konferansa tam katılmamayı arzu ettiğimize göre, bir observer, yani müşahit [gözlemci] bulundurmamızı da telkin etmiştir. Bu da uygun görülmemiş olacak ki, hiç bir hareket yapılmamıştır. Adalar, tümüyle Yunanistan’a geçmiştir.” (Hürriyet, 11 Kasım 1972)
Çağlayangil’in sözünü ettiği Dışişleri Bakanlığı Umumi Kâtibi (Genel Sekreteri), yukarıda hatıralarını okuduğumuz Feridun Cemal Erkin’dir.
Celal Bayar’ın bulduğu belge
Ancak Arcayürek’in Tek Parti döneminin kokmaz bulaşmaz Cumhurbaşkanı İnönü’nün bu pasif politikasını deşifre etme çabası bir adım daha ileri gider ve o tarihte sağ olan Celal Bayar’a konu hakkında bir bilgisi olup olmadığını sorar. Bayar da cevaben, 1950’de Cumhurbaşkanı seçilip de Çankaya Köşkü’ne çıktığı zaman çekmecelerden birinde eski yazıyla yazılmış bir belge gördüğünü, merak edip okuyunca bunun İnönü ile Başbakan Şükrü Saraçoğlu arasında geçen gizli bir yazışma olduğunu öğrendiğini söyler. Söz konusu belgede Başbakan Saraçoğlu, Alman gizli servislerinin Adaları bizim işgal etmemiz yönündeki telkinlerinden söz etmekte ve İnönü’den ne yapılması gerektiğine dair cevap beklemektedir. O sırada bir yurt gezisinde bulunan İnönü ise teklifin reddedilmesini istemiştir.
Ne var ki, Bayar millî bir mesele olduğu için bu belgeyi, İnönü bir seçim kampanyasında kendisine hücum edinceye kadar açıklamamış, o zaman İnönü’ye, “Adalara mendil sallayan kimdi?” mesajını göndererek anlayacağı dilden hitap etmişti. İnönü neyin kastedildiğini hemen anlamış ve olayın üzerini ustaca kapatmıştır.
Cüneyt Arcayürek yazı dizisini şu sözlerle noktalamıştı:
“Gerçek odur ki, Adalar meselesi savaş içinde ve savaş sonrası Türkiye’nin lehine uygun gelişmeler göstermiş ve bunlar değerlendirilememiştir.”
12 Ada böyle gitti elden. Şimdi orası “Yunan adaları” diye geçiyor.
Ve gençlerin hayret nidaları salonları dolduruyor: Hani biz zafer kazanmıştık?