Fatih Sultan Mehmed tarafından ümmete vakfedilen Ayasofya Camii İstanbul’un fethinin de sembolüydü ama laik Cumhuriyet döneminde “dinsizleştirildi”, kutsallığı buharlaştırıldı ve ruhsuz bir müze haline getirildi. Şimdi içine akın akın doluşan yerli ve yabancı ziyaretçiler hangi dinden olursa olsunlar burayı soğuk, cansız, hissiz nazarlarla temaşa ediyorlar. Terkedilmiş bir tren garı neyse Ayasofya da odur. Mozaikler ve üç beş hat levhası hariç bırakın yaşamayı, kutsallığı çağrıştıracak, hissettirecek bütün unsurlar temizlenmiştir. Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Seni çırılçıplak soyan kim?” sorusu hala cevabını beklemektedir.
Biz Ayasofya’da kutsal ocağın tekrar tütmesini istediğimiz için ibadete açılmasını istiyoruz. İlahiler, Kur’an-ı Kerimler, salatüselamlar buraya ayrı bir hava katacaktır.
Efendim turistler giremezmiş, turizm zarar görürmüş! Hayatımda bundan daha saçma bir gerekçe duymadım. Acaba turistlerin giremediği tek bir camimiz var mıdır?
Efendim ibadete açılırsa turistler nasıl gezermiş? Namaz vakitlerinde alt sahın belli bir yere kadar kapalı olur diğer selatin camilerinde olduğu gibi ama Ayasofya’nın bir de üst kat galerisi vardır ki, orası daima açık durur, turistler burayı namaz vakitlerinde dahi rahatlıkla gezebilirler. Üstelik mozaiklerin çoğu da bu kattadır.
Yeter ki niyet edilsin. Çare bir şekilde bulunur.
Şimdi neden kapatıldı, nasıl oyunlar oynandı bahsine girmeyelim. Onları yakında çıkacak kitabıma bırakıyor, Ayasofya’nın “dinsizleştirilmesi”nin ana hedefi olan İslamî unsurların kaldırılması gayretkeşliğine bir örnekle dikkatinizi çekmek istiyorum.
Osmanlı’nın Ayasofya’sı
Peki fetihten sonra Ayasofya’ya neler eklendi?
Ayasofya’yı ümmetin hizmetine sunan Fatih Sultan Mehmed’in camiye mihrab, minber, kütüphane ve medrese yaptırdığını biliyoruz. Mihrapta bulunan şamdanlar –ki Budin şamdanları diye bilinir-, Kanuni Sultan Süleyman’ın Budin seferinden getirdiği ganimetlerdendi. Farklı dönemlerde yapılan dört minare Osmanlı eseridir ve ikisi Mimar Sinan’a aittir. Binanın yıkılmasına mani olmak için payandaları yaptıranlar da Osmanlılar olmuştur. Sultan 2. Selim’den itibaren 3. Murad, 3. Mehmed, Sultan İbrahim ve 1. Mustafa’nın türbeleri ile (son ikisi beraber) talihsiz şehzadelerin son uykularını uyudukları türbe de onun avlusuna yapıldı. Minber, müezzin mahfili, dört mermer mahfil, mermer vaaz kürsüsü de, Sultan 3. Murad’ın Bergama’dan getirttiği iki devasa küp de Osmanlı’nın zarif katkılarıdır. Yine mahfil ile kubbeye asılı büyük şamdan Sultan 3. Ahmed’in hediyesidir. Üst kat mahfili, imaret, Osmanlı’nın en büyük şadırvanı, sibyan mektebi ve kütüphane Sultan 1. Mahmud’un bağışlarıdır.
Sultan Abdülmecid ise Fossatilere yaptırdığı restorasyon sırasında Hünkâr Dairesi, Hünkâr Mahfili, Muvakkithaneyi ilave etmiştir. Duvarlarını süsleyen büyük sanatkârların hat eserleri yanında bizzat padişah hattıyla yazılmış levhalar da mevcuttu. Ana kubbedeki Besmele ve Nur suresinin 35. ayeti yanında Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Allah (cc), Muhammed (sas), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in (Allah hepsinden razı olsun) isimlerinin yazılı olduğu sekiz adet devasa boyutlardaki levha da birer sanat şaheseri olarak Ayasofya’nın güzelliğine güzellik katmıştır.
Hat sanatımızın musikişinas dahisi Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin daire şeklindeki levhalarının yerinde Sultan 4. (Avcı) Mehmed devrinde Teknecizade İbrahim Efendi’nin kare şeklinde levhalar bulunuyordu. Sultan Abdülmecid onların yerine Kazasker İzzet Efendi’ye 7,5m çapındaki levhaları yazdırdı ki Osmanlı hat sanatında ebad itibariyle eşsizdir.
Ayasofya Camii müzeye çevrilirken içindeki İslamî unsurlar temizlenerek Hıristiyanlık devrindeki haline dönülmek istendi. Mahfiller, mihrap, minber gibi sabit unsurlar sökülemedi ama hat levhaları, halılar, Kur’an’lar vs. kaldırıldı. Ancak Kazasker hatlarını indirmek hiç de kolay olmadı.
Hatlar kapı dışarı edilemedi
Aşağıya indirilip kapılardan çıkarılmak istenildi. Lakin anlaşıldı ki, Kazasker eserini dışarıda yapıp da içeriye sokmamış, bizzat caminin içinde yazmış ve çerçeveletmişti. Levhaların boyutları, adeta dışarıya çıkarılamasın diye de iri tutulmuştu.
Ne kadar zorladılarsa da kapılardan çıkarılması mümkün olamadı. Kırıp çıkarmak istedilerse de bunun şaheserlere telafisi imkânsız zararlar verebileceği söylenince cesaret edilemedi.
Velhasıl duvar kenarlarına dizili halde yerde kaldı o canım levhalar. Hem de yıllar yılı. Semavi Eyice hoca onları 1940’ların sonlarında yerdeyken gözleriyle gördüğünü ve müze müdürünü, “Bunlara bir şey olursa başına iş açılır, bir an önce yerlerine astır” diye uyardığını, nitekim bir süre sonra tabloların yerlerine asıldığını anlatmıştı.
1949 yılı Ocak ayında yeniden yerlerine asılıncaya kadar bu Kazasker yadigârları 15 yıl boyunca yerlerde sürünmüş, bu sırada rutubetlenmiş ve örümcek bağlamış, bazı kısımları tamire muhtaç hale gelmiştir.
İşte levhalar yerde sürünürken hicranını kalbinde duyanlardan biri de “Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine” diye şöhret bulan İbnülemin Mahmud Kemal Bey’dir. Bakın bir Osmanlı efendisi nezahetiyle hatların kurtuluş hikayesini nasıl anlatıyor (açıklamalar benim):
“İsm-i Celâli, ism-i Nebevî’yi, esâmi-i Çâryâr (Dört Halifeyi) ve Hasaneyn’i (Hz. Hasan ve Hüseyin’i) ihtiva eden bu elvâh-ı celile (kutsal levhalar), bir takım kıymet bilmez eşhas (kişiler) tarafından indirilip bir kenara konulmuş ve bazılarının bazı yerleri zedelenmişti. Bu hal, bizimle beraber diğer erbab-ı imanı (imanlı insanları) dağdar ettiğinden (yaraladığından) tekrar asılması için uğraştıksa da muvaffak olamamıştık. Nihayet Ayasofya Müzesi Müdürü Ramazan Bey’i teşvik ve teşci ettiğimde: “Para yok, olsa asarım!” demişti. Öteden beri bu işe sarf-ı zihin eden (kafa yoran) yüksek mühendis Ekrem Hakkı (Ayverdi) ve tüccardan Nazif Beyler, icab eden parayı hîbeten lillah vererek (Allah için hibe ederek), Ekrem Bey’in nezareti altında levhalar tamir edildi. Yine o zat-ı Ekrem’in (Ekrem Bey’in) himmetiyle levhalar, bikeremihi’l-Kerîm (Allah’ın keremiyle) 28 Kânun-i sani (Ocak) 1949 (22 Rebiülevvel 1368)’de elvâh-ı şerife (mübarek levhalar) yerlerine asıldı. Ekrem beni alıp götürdü. Levhaları mahall-i kadiminde (eski yerinde) görünce ağlamaya başladım. Cenab-ı Ekremü’l-Ekremîne hamd ü sena ve Nazif ile Muzaffer’e teşekkür ve dua ettim.” (Son Hattatlar)
Böylece ehl-i himmetin gayretiyle Ayasofya’nın İslamî kimliğini tamamen kaybetmesinin önüne geçilmiştir. Kazaskar hatlarının en güzelleriyle Ayasofya’da eski Kadir gecelerindeki havayı bir parça olsun teneffüs etme imkânı bulanlara ne mutlu. Kutsal kaynağı kurumuş bir çağın ruhuna yeni bir nefha üfleyebilmek için Ayasofya’nın tekrar cami yapılması bir şanstır vesselam.