Kudüs, ey Kudüs!

Erken olgunlaşan çocukların, hiç büyümeyen yaşlıların şehriydi gördüğüm. Ümidin ruhlarda şelaleleştiği ama kadim şehrin kapıları dışında sımsıcak bir yeis Sam’ının estiği kutsal topraktı üzerine bastığım. Gülen çocukların bembeyaz dişlerinden ağlayan âma müezzinlerin kapkara cübbelerine kadar hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir beldeye sığınmıştım.

Kudüs’tü adı. Kudüs-i Şerif yani.

Nam-ı diğer Müslümanların ilk kıblesi… Hz. İbrahim’den itibaren Peygamberler ile evlatlarının, havarilerinin, sahabilerinin, velilerin, alimlerin, sultanların gözdesi…

Mekke ve Medine’ye “Harameyn” deriz ya, burası üçüncü Mescidu’l-Haramımız. Peygamber Efendimiz’in (as) Mekke’deki Mescidu’l-Haram’dan Kudüs’teki Mescidu’l-Aksâ’ya gece yürüyüşü (isrâ), burada diğer peygamberlere imamlık yapıp namaz kıldırışı, buradan Mirac’a yükselişi, şehri ilk fetheden Hz. Ömer’den ikinci fatihi Selahaddin Eyyûbî’ye, ona bir medrese armağan eden Memluk Sultanı Kayıtbay’dan burayı Osmanlı’nın güçlü pençesine alan Yavuz Sultan Selim’e, şehri bir rahim gibi saran surları tahkim eden ve daracık sokaklarına nice revnaklı çeşmeler yaptırarak yanan gönülleri ferahlatmayı vazife bilen Kanuni Sultan Süleyman’a kadar kat kat tarih, kat kat mitoloji… Müzeler bile objelerden hangi birini sergileyeceğini bilememekten sersemlemiş halde.

Mescid-i Aksa’nın altında bulunan Kadim Mescid-i Aksa’daki devasa pembe sütunların aşağıdan başlayıp yukarıdaki binanın kubesine kadar uzanması burada herşeyin daha kadiminin, daha sırlısının, daha derininin… bulunduğunu gösteren bir misal-i musaggardı sadece.

Hz. Meryem’in oğlunun ardından kapandığı uzletgâhın tel örgülerle sımsıkı örülü kapısından bakarken gördüğüm kusursuz sekinet, tam kapısının önünde, Abdülmelik b. Mervan Mescidi’nin ücra köşesinde namaza durmuş vecehetli zencinin Fatiha fısıltılarına bulanıyordu.

TVNet bu Ramazan’da önemli bir iş yaptı. Kudüs’ten Ramazan yayını müthiş bir fikirdi. Tebrik ediyorum. Fakir de bu fırsattan istifade Kudüs’ün kapısını çaldı.

Sokaklar biraz Mardin, çokça Urfa. Tabii daha bütünlüklü ve dokunulmamış bir güzellikte. Hem de yaşıyor. Ölümüne seviliyor. Belki bakımsız ama imkânlar bu kadar. Bir aile, diyor yanımdaki Filistinli Vecd, ancak çoluk çocuk birlikte çalışırsa düzgün bir geçim imkânına sahip olabiliyor. Dolayısıyla altı yedi yaşlarından itibaren çocuklar büyük kategorisinde. Ivan Illich’in Okulsuz Toplum kitabında geleneksel dönemde çocukluk diye bir kategorinin olmadığı, çocukluğun modern bir icad olduğu tezi burada doğrulanıyor.

Özellikle erkek çocukların erkenden sahaya sürülmesi onları erkenden olgunlaştırırken bilinçlendiriyor. İşgal altındaki bir şehirde yaşadıklarını hayatın içinde öğreniyor ve bunun farkında olarak yetişiyorlar. “Filistin davası” bu sayede, okullarda öğretilenlerle sınırlı kalmadan hayatın demir örsünde dövülüyor. Hayat nasıl çetin bir mücadele ise burada var olmak da mücadelenin tabii bir uzantısı.

Okullar deyince aklıma geldi. Mescid-i Aksa’yı herkesin görmediği bir açıdan görebilmek için bir lisenin avlusuna dalıyoruz. Üst kata çıkınca okulun demir parmaklıklı pencerelerinden Kubbetussahra ve Mescid-i Aksa’nın manzarası olduğundan daha hazin göründü gözüme. Mahpus bir kutsallık. Zincirli.

Ayasofya mı? Onun zincirleri daha kalın. Burasının kapıları hiç değilse dışarıdan kapatılmış. Ayasofya Camii ise içeriden kilitli. Ramazan’da okunan ezan ve Kur’an ise birer teselliden ibaret.

Okulun bahçe duvarında bir pano. Üzerinde bir karton. Güzel bir hatla Ramazan’da Müslümanların zaferleri anlatılıyor. Talebeye Ramazanın uyuşukluk ayı değil, aksine canlılığın, dinamizmin, aksiyonun ayı olduğu hatırlatılıyor. Çok beğendim fikri. Bizde de yapılmalı. Yapacaklara bir fikir vermesi ve dahi Ramazan’ın son günlerini yaşarken manidar olacağı için bir kısmını aktarıyorum:

Bedir Gazvesi-Mekke’nin Fethi-Kadisiye Muharebesi-Rodos’un fethi-Endülüs beldelerinin fethi-Hind beldelerinin fethi-Amuriye’nin fethi-Hıttin Savaşı-Ermenistan’ın fethi-Ayn-ı Calut Savaşı-Bosna ve Hersek’in fethi-Kıbrıs’ın fethi.

Kudüs labirentinde yolumuz Zincirli Kapı’ya, Babu’s-Silsile’ye çıkıyor. İsrail askeri Müslüman olup olmadığımı öğrenmek için soruyor. Pasaportum yanımda değil. TC kimliğimi gösteriyorum. Hemen arkasını çevirip bakıyor. “Dini: İslam” kaydını görünce içeriye bırakıyor. Hayatımda ilk defa nüfus kağıdımdaki “Dini” kutusunun işe yaradığına şahit oluyorum.

“Ene Türki”. Benden söylemesi: Kudüs’e gelenler bu sözü ezberlesinler, önlerine bütün kapılar açılacaktır. Yani “Ben Türküm.” Size sarılanları mı istersiniz, İsrailli askerler gibi birden ciddileşenleri mi? Hepsi ve daha fazlası sizi bekliyor olacak.

İşte hafif bir yokuştan yukarıya doğru sardırdık, çoluk çocuğa bir şeyler satın almak için bir dükkanın önünde durup giysilere bakıyoruz. Neredensiniz? diye soruyor dükkan sahibi. “Ene Türki” dememizle içeriye koşuyor. Ne olduğunu anlayamıyoruz önce. İşte elinde bir naylona sarılı defter çıkageldi. Yüzü sevince bürünmüş. Eski nüfus cüzdanımız gibi bir defteri açıp içini gösteriyor.

Ah! Siz Osmanlısınız, diyor, ben de Osmanlıyım! Hepimiz Osmanlıyız!

Dedesinin Beşinci Ordu-yı Hümayun’da muvazzaf bir asker olduğunu anlıyoruz. Askerlere mahsus defter bu. İnanılmaz bir şey bu. Kudüs Çarşısı dönüyor, zamanlar dönüyor, hafızalar yüz yıl öncesine dönüyor. Dedem diyor, çocukluğumuzda bize kızar, siz de adam mısınız, biz Osmanlıyız, öyle yürünmez, böyle yürünür diye başlardı ayağını yere vura vura yürümeye.

Defter elimde, Cemal Paşa’nın ordusundan bir neferin torunu yanık yüzüyle karşımda. Kendi fotoğrafının çekilmesine müsaade etmiyor ama defterin, tabii ki!

Hatimle teravih kıldırılan Mescid-i Aksa’nın kapısında bu sefer Filistinli bir yaşıtım durduruyor beni. Müslüman mısın? diye soruyor. “Ene Osmanî” diyorum. “Yani Türki” diyor. Elimi sıkıyor, kucaklaşıyoruz.

Teravih sonrası Mescid-i Aksa’daki gençlerleyiz. Dertliler. Yarın sabah Yahudileri içeri sokacakmış İsrail askerleri. Ne yaparız da önleriz? diye dertleşiyorlar. Yaklaşıyorum. Türkiye’den geldiğimi söylüyorum. Yüzler bir an için aydınlanıyor. İçlerinden birisi pazusunu gösteriyor. Türk demek pazu demek burada. Güç, kuvvet, kudret demek. Ve umut demek.

Gidelim kardeşlerim Kudüs’e. Herşeye rağmen oradaki kardeşlerimizin ümid ateşini bir an için de olsa canlandıralım. Paramıza değil, varlığımıza ihtiyaçları var. Bizim de onların hiç yaşlanmayan ümidine. Kudüs’ün kutsal yorganı hepimizi içine almaya kadir çünkü.

Bir yanıt yazın