“Paşa Kazım” adıyla meşhur olan Gazi’nin yakınlarından biri, Ankara’dan trenle Haydarpaşa’ya inmiş. Bakmış, hava yağmurlu.
Zannedilir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Tek Parti idaresine geçilmiştir… Zannedilir ki, Cumhuriyet’in perdesi serbest seçimlerle açılmıştır… Ve zannedilir ki, bütün yasaklar Osmanlı zamanında, bütün özgürlükler 29 Ekim 1923’ten sonradır…
Oysa gerçekler bazen hayallerimizi yıkar. Yıkılsın diyorsanız devam edin okumaya.
Cumhuriyet kurulmadan hemen önce 2. TBMM seçimleri yapılmıştı. Bu seçimlere hem Mehmed Akif gibi “mollalar”ın temizlenmesi, hem de Lozan’ı kabul etmeyeceklerin tasfiyesi için gidilmişti. Bir de Meclis’te “Selamet-i Umumiye Komitesi” oluşturuldu. Meclis, asker kökenli milletvekillerinden neredeyse Genelkurmay karargahlarından birine dönmüştü.
1923 Ağustos’unda Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Adnan Adıvar gibi muhaliflerin temizlenmesi mümkün olmamıştı, zira bu kadar güç henüz yoktu Gazi Paşa’nın elinde.
1924 yılında Hilafetin lağvı dahil sarsıcı adımlar atılmış ve tartışmalar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla sonuçlanmıştı. İstiklal Savaşı’nın kahramanları Karabekir, Cebesoy, Cafer Tayyar, Refet Bele, Rauf (Orbay), Adnan (Adıvar) gibi 28 milletvekili “ikinci grup” bünyesinde yürüttükleri muhalefeti bir parti çatısına taşıdılar.
İlk Başvekil İsmet Paşa koltukta yaklaşık 1 yıl kalabilmiş, TCF’nin kurulduğu kasım ayında istifa ederek yerine daha liberal olan Fethi (Okyar) gelmişti. Devletçi CHF iktidarda, liberal TCF muhalefetteydi. Sanki iki partili bir demokrasinin umut çiçekleri açıyordu.
TCF’nin adında “Cumhuriyet” kelimesi vardı, hatta bunu Halk Partisi’nden önce almışlardı ama tüzük ve programları kısmen liberaldi. Özgürlüklere önem veriyor, dinî inanç ve fikirlere saygı gösterdiklerini beyan ediyorlardı. Bir de 40. maddesi vardı bu tüzüğün, yabancı sermayenin ülkeye gelmesini kalkınmanın olmazsa olmazı görüyordu.
Tezvirat hemen başlamıştı. Bunlar irticayı hortlatmak istiyor ve ülkeyi yabancılara peşkeş çekmeye hazırlanıyorlardı. Ali Fuat Paşa, İsmet Paşa’nın istifasından sonra yeni hükümeti kuran Fethi Bey kabinesini eleştirirken “İktidara gelen hükümetler en sağlam dayanaklarını milletin sinesinde aramalıdır.” deyince kıyamet kopuverdi. Halk Partililere göre iktidarlar millete değil, Meclis’e güvenmeliydi. Milletin sinesine dayanmak Meclis’e tecavüz, hatta hakaret demekti.
Fethi Bey, CHF grubuna hakim olamıyordu. Zaten Meclis’e mebus subaylar hakimdi ve silahla içeriye girilmesi vaka-i adiyedendi. İşte bu sırada muhalefet partisinde bulunan Deli Halid Paşa, CHF’li milletvekillerinin arasındayken sırtından vurulmuş ve hastaneye kaldırılmadan Meclis’te inleye inleye can vermişti. İleride genişçe yazacağım bu olay, 9 Şubat 1925 günü meydana gelmişti. Muhalefete tahammülü olmayan iktidar, beş gün sonra altın bulacaktı.
Şeyh Said İsyanı’nda Fethi Bey olayı büyütmemeye çalıştı ve sert tedbirler alarak elini kana bulamak istemedi. Bir daha güvenoyu istedi Meclis’ten. TCF’nin desteğiyle aldı da. Artık arkasında Meclis desteği olan bir hükümet vardı. Ancak iktidardaydı ama muktedir değildi. Asıl muktedirin kimler olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı.
Dini siyasete alet etmek
Halk Partililer sadece Şarkta tedbir almanın yeterli olacağını savunan güvercin Fethi Bey’i istemiyorlardı. Tedbirler bütün ülkeye yayılmalı ve sıkı bir çember içine alınmalıydı ki irtica ve muhalefetin beli kırılabilsin!
Fethi Bey direniyor ve Şeyh Said İsyanı’nın asıl müsebbibinin şimdi şahinleşmiş bulunan Recep Peker’in Doğudaki yanlış icraatları olduğunu şamar gibi indiriyordu yüzüne. Ne ki gücü yetmedi ve Fethi Bey kabinesi düşürüldü. Bu, Cumhuriyet dönemindeki en ciddi demokratikleşme fırsatlarından birinin harcanması anlamına geliyordu. İkincisi ise TCF’nin kapattırılması olacaktı.
Bundan sonra Gazi, pusuya yatmış bulunan İsmet Paşa’ya verdi hükümeti kurma görevini, o da olağanüstü yetkiler verilmesini şart koştu. Meclis devre dışına itilecek, basın susturulup muhalefet sindirilecek, itiraz edenler ise İstiklal Mahkemesi’nde soluğu darağacının gölgesinde alacaktı.
Karabekir Paşa şiddetle itiraz etti Takrir-i Sükun, bir başka deyişle Susma Kanunu’na. Asıl hedefin muhalefetin tasfiyesi olduğunu Meclis kürsüsünden haykırdı. Milletin en tabii haklarından mahrum edilmesinin Cumhuriyet’e şeref vermeyeceğini anlattı. Milli Savunma Bakanı Recep Peker hıncını basından aldı. “Saralı salyalarını” her gün halkın yüzüne fışkırtan bu odaklar kapatılmalıydı. Karabekir itiraz etti. “20. yüzyılda zan ve vehimle millet idare edilemez.” dedi.
Karabekir’in dedikleri çıktı. 14 gazeteden 8’i bir emirle kapatıldı. Kalan 6’sı ise nefes almaya korkuyordu. Önce TCF’nin “dinî inanç ve fikirlere saygılıyız” maddesinin Şarktaki isyanı teşvik ettiği iddia edildi. Oysa bu partinin Ankara’nın batısında şubesi bile yoktu. Kurt, kuzuyu yemeye niyetlenmişti bir kere. İktidar iki güvenilir adamını TCF’ye soktu, onlar da nasıl oluyorsa bir kahvede polislerin yanında, iktidara gelirlerse yeniden hilafeti getireceklerinden filan bahsettiler. Polis rapor tutup şikâyet etti. Ve 3 Haziran 1925 günü toplanan Bakanlar Kurulu, Karabekir’in partisini kapattı.
Böylece ilk liberal hükümetimiz olan Fethi Bey kabinesi 101 günde düşürülürken ilk muhalefet partimizin ömrü de sadece 6,5 ay sürmüş oldu.
Bu arada neler olmamıştı ki! 2 ayda bastırılan Şeyh Said İsyanı bahane edilerek 2 yıl baskı yönetimi uygulandı (sonradan 4 yıla çıkarıldı), basın susturuldu, muhalefet bitirildi, Meclis devre dışında bırakıldı. İsmet Paşa ise ülkenin üzerinden bir tırpan gibi geçen İstiklal Mahkemeleri için “Bilhassa hayırlı ve feyizli olmuştur.” diyecekti. Hayatta kalabilen 6 gazeteden Hür Fikir’in başyazarı Kılıçzade Hakkı, İsmet Paşa’yı şöyle övüyordu:
“Eseriniz olan bu kanun öyle bir mucizedir ki, Mesih ibn Meryem’in (Hz. İsa) maruf ekmek ve balıklarından ziyade halkı doyurmuştur!” (13 Temmuz 1925)
Pes, değil mi? Bir demokratik tecrübeden birkaç ayda geldiğimiz noktaya bakın!