Acı çiçeği

Acı çiçeği

Çok zaman düşünürüm: Dağlarda, uçurumların, yarların en sarp yamaçlarında yalnız başına açmış bir çiçeği hayal ederim. Bu bütün görkemiyle açılmış güzellikleri ne bir gören, ne de hatırlayan olacaktır aslında. Gökkuşağının bütün renklerini içmiş de dışarı taşırmış görünen bu garip çiçeğin bu sadece hoyrat şimal rüzgarlarına binmiş görünmez atların cirit attığı tenhalıkta birkaç günlüğüne yaratılmasındaki hikmet ne olabilir acaba?

Ya da yapayalnız bir adamı düşünürüm. Evinden, yurdundan uzakta, içinde daüssıla kasırgalarıyla çömelmiş iki büklüm sofraya, yediği kuru ekmek mi yoksa avucunda külçeleşmiş hasret topakları mı, içtiği bir yudum su mu yoksa hicran yaşları mı bilinmez… Başını haleleyen endişe bulutları içerisinde dipdiri soluklar alıp vermekte; dalıp gittiği ufuklardan da ötedeki ufku yakalamakla meşguldür zihni.

Bir bebek düşünürüm sonra; uyuyan bir bebek. Ondan daha yalnız; ama ondan daha fazla “insan” kokan bir başka varlık bulunabilir mi? Hem bebek, hem de uykuda. Yani gaflet perdesini iki defa delmiş, hakikate giden yolda iki perdeyi daha aşmıştır o. O çocuğu özlerim işte. Onu düşünürken ılık bir mayıs sabahının buğusu üzerinden tüterken, Boğaziçi’nin mavi atlasının üzerindeki erguvan patlamalarını, zorlu mu zorlu geçen bir kışın sonunda gevşeyen buz tabakalarının altından boy vermek uğraşındaki kardelenleri, Hz. Adem’in çocukluğu yaşamayışının ardındaki sırrı hatırlarım.

Ünlü İslam düşünürü Sühreverdi-i Maktul’ün garb-gurub-gurbet kelimeleri arasında kurduğu muhayyilemi kışkırtıcı bağlantıları hatırlarım sonra. Garba, yani Batı’ya düşmüş, oraya Heidegger’in deyişiyle “fırlatılmış” insan, hem güneşin battığı karanlıklar ülkesine, hem de gurbete düşmüş demektir. O, daima vatanına, yani Işıklar Ülkesine, yani Doğuya dönmek için yanıp tutuşmaktadır. Kıssatu’l-Gurbetu’l- Garbiyye’nin, yani ‘Batı Gurbeti Hikayesi’nin ana konusu, ruhun Batı’da yakalandığı esaretten Doğu’ya dönerek kurtulacağı üzerine kuruludur.

“Acı çiçeği”dir lalenin bir başka adı. Yüzü kırmızıdır, çünkü içinde fokurdayan aşk ateşi (nar-ı aşk) yüzüne vurmuştur. Ateş gibi yakıcıdır ve acıdan bağrı yanmış ve üstü başı yırtılmış lalenin. Gönlü yaralı, elbisesi kanlıdır. Gamlıdır. Fakat lale yalnızca Hersekli Arif Hikmet’in dediği gibi, ayrılık acısının kanlı yarasını açtırmaz aşığın gönlünde; aynı zamanda ümit bahçesinde feyiz lalesini de açtırır;

Dağ-ı hu-geşte-i hicran degül sinemde

Açdı gülzar-ı ümidimde kaza lale-i feyz.

Bu bereketli feyizdir işte aşığın gurbette teselli kaynağı. Hasret, o kadar yoğunlaşmıştır ki içinde, o kadar kesafet kazanmıştır ki, ete kemiğe bürünmüştür neredeyse. Bu ise ayrıldığı sevgilisinin değil, bizzat ayrılığın onun içinde ayrı bir varlık kazanması anlamına gelir.

Odisseus Elitis’in o muhteşem “Çılgın nar ağacı” şiirinde dile getirdiği gibi, şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla bir zafer sevincinin renklerini coşturur. Dünyanın bulutlu gökleriyle savaşa çıkar. Ufuktan ufuğa bir umudu haykırır. Şeytanın fırtınasını ışıkla parçalar. Güneşin kucağına renklerinden sarhoş olmuş kuşlarını serper ve en gizli rüyalarımızın bile üzerine kanadını gerer. O, ALEV ALEV YANAN YAPRAKLARIYLA YÜZÜMÜZÜ SERİNLETMEKLE MEŞGULDÜR ŞİMDİ.

Çılgın nar ağacı

Bugün söz gurbetten, şiirden, insandan, tabiattan açıldı madem, ben de Elitis’in yukarıda andığım ve beni her okuyuşumda tarife gelmez, karmaşık duygulara garkeden şiirinin tamamını ilginize sunuyorum.

Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı

Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı

Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan

Rüzgarın inadıyla, fısıltıyla; söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla

Bir zafer sevincinin renklerini coşturan?

Çayırda çıplak kızlar sarışın kollarıyla

Yeşil yoncaları biçmek için uyandıklarında-

Uykunun sınırlarında dolaşarak- söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

İçinin saflığıyla kızların yeşil sepetlerini ışığa

Ve adlarını kuş cıvıltılarına boğan, söyleyin,

O çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan?

Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip

Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün,

Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Kaçmaya kalkan atın yüz kamçılı yelesine sarılan,

Hiç acınma, hiç yakınma bilmeden, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Ufuktan şimdi doğan bir umudu haykıran?

Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan

Serin alevli yaprakların mendilini sallayan,

Doğum sancısı içinde bin bir geminin,

Bin bir kere yükselip alçalan dalgaları

Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeymiş gibi,

Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp gıcırdayan?

Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla,

Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,

Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan,

Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü

Boydan boya yayan, söyleyin, o cılgın nar ağacı mı,

Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan?

Söyleyin, ilkin büzgülü etekleriyle Nisan’ın,

Sonra yaz şenliğinin ağustos böcekleriyle gülüp oynayan,

Öfkelenen, her türlü gözdağını kara kötülükten arıtıp

Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen,

Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin,

En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren?

Odisseus Elitis (Çeviren: Cevat Çapan)

Bir yanıt yazın