Apo’yu ikinci Cem Sultan yapmayalım!
Gereğinden fazla telaşlı, aceleci ve heyecanlıyız. O çok bel bağladığım sağduyumuz, birileri gaza abanınca sırra kadem basıyor ve tanınmaz bir hale geliyoruz. Yerinde ve zamanında tepki gösteremediğimiz gibi tepkilerimizi nerede durduracağımızı da kestiremiyoruz.
Son olarak Apo olayında bütün bunları bir kere daha yaşadık, hala da dumanı tüten bir konu bizim için; kolay kolay yatışmayacağa benziyor bu defa.
Güneydoğu bölgesinden binlerce ailenin gemilerin ambarlarında yavan ekmek yiyerek çıktıkları İtalya seferlerini sadece seyrettik ve bunun bir komplo olduğunu vehmettik hep. Halbuki dışarıdan, özellikle İtalya’dan bakılınca durum hiç de öyle basite alınacak gibi değildi. Vahimdi. Bir ülkeden gemiler dolusu insan hayatlarını tehlikeye atarak başka ülkelere sığınıyorlarsa bunun üzerinde ciddi olarak düşünüp tedbirlerini almamız gerekirdi. Nihayet bu sefil sahnelerin Avrupa kamuoyunda uyandıracağı merhamet duygularını da hesaba katmalıydık.
Şimdi Apo’nun İtalya’ya gidişine ve İtalyanların Türk devletine karşı tarafgir bakışına şaşıyoruz. Bu süreçte İtalya bizi sadece futbol takımları açısından ilgilendirdiyse, olanı biteni sanki alakasız bir ülke gibi lakaydi ile izlediysek kimindir suç?
Şimdi kalkmışız, İtalyan marul ve limonlarını ezmek üzerinden bir politika yürütüyoruz. Müsamere sahnelerini aratan mizansenlere ve “başı örtülü” şehit annelerinin hazin görüntülerine sığınıyoruz. Prim yapmak veya tiraj almak için hemen herkes yarışa girmiş durumda.
Bizzat Başbakan’ın ağzından İtalya’nın “ebedi düşman”ımız olacağının ilan edilmesi, bayrakların yakılması, konsolosluk tabelalarının sökülüp ayaklar altına alınması, bu arada bir İtalyalı mahkumun hapishanede diğer tutuklularca rehin alınması sonuçlarını doğurmuştur. Basın, her zaman olduğu gibi, en veciz (!) manşetlerle meseleyi körüklemektedir. (Bir gazetede gördüğüm manşete hala inanmak istemiyorum. Futbol hakemlerine layık gördüğümüz eşcinselliği ifade eden bir sıfatı “… İtalyanlar” şeklinde manşete taşımakta beis görmeyen bu kafadan ürkmedim desem yalan olur.)
Burada bir parantez açarak Başbakan’ın tutumuna da değinmek istiyorum. Pazar gecesi bir spor programının sunucusu, sanki bir muhabire bağlanıyormuş gibi, “Şimdi Ankara’ya bağlanıyoruz, hattımızda Başbakan Mesut Yılmaz.” demesin mi? İş buraya kadar düşmüş demek ki. Bir spor programı spikeri telefonu açtığında Başbakan’ı elinin altındaymış gibi bulabiliyorsa, artık ilişkiler piramidi tersine dönmüş demektir. Nitekim aynı programda Togay Bayatlı da, bunun verdiği güvenle Başbakan’dan “ricada” bulunabildi. Benim bildiğim Başbakan’dan sadece ve sadece Cumhurbaşkanı ricada bulunabilir. Bayatlı da, bizler de ancak meseleyi “arz edebiliriz”. Protokol dilinde eşitler arasında veya üst’ün ast’a ricası olabilir ancak. Son derece semptomatik bulduğum bu hitap tarzı beni ettiği kadar Başbakan’ı rahatsız etmemiş olmalı ki, söze çok teşekkür ederek başladı!
Bütün bu hadiseler şunu gösteriyor: Meselelerimizi açık yüreklilikle tartışamıyor, gerektiği yerde ve dozda tepki veremiyor ve bir öteki, düşman-hedef bulduk mu, tartışamadığımız meselelerin doğurduğu sonuçları dışarıya fatura ederek rahatlamaya çalışıyoruz. Bu yüzden, haklı olduğumuz bir davada, ipin ucu kaçarsa dünya kamuoyu nezdinde haksız bir konuma itilebiliriz. Dahası, karşı çıktığımız sürecin hızlanmasına bilmeden hizmet etmiş oluruz.
Şu kritik günlerde Apo vak’asını ikinci bir Cem Sultan krizine dönüştürmemeye itina göstermeliyiz!