Aşk olmayınca meşk olur mu?

Aşk olmayınca meşk olur mu?
“(Rauf Yekta Bey’in) musiki diye bildiği şey, Farabi’de Hafız Ahmed Efendi’ye kadar Arab, Acem, Bizans ve Osmanlı nazariyelerinin küfünü silmekten ibaret; musiki diye sevdiği şey, bir Mevlevi dergahının teke kokan ağır ve bulanık havası içinde mevzun iniltilerden ve horlamalardan ibaret(tir).”

Hayır, hayır bu satırların yazarı bir solcu veya “devrimbaz” değil zannettiğiniz gibi; ölünceye kadar bu görüşlere sadık kalan ‘bizim’ Peyami Safa’nındır ve klasik musikimiz hakkında söyledikleri de bunlardan ibaret değildir. Beşir Ayvazoğlu’nun nefis çalışması Peyami’nin 11. bölümünde ayrıntılarını bulabileceğiniz bu epeyce tuhaf fikirlere 1950’de yazdığı “Alaturkanın sahibi” başlıklı yazıdan bir misal daha zikretmek istiyorum (bu arada nasipse gelecek hafta Sayın Ayvazoğlu’nun Peyami’si üzerinde duracağımı ilgilenenlere haber vereyim):

“Artık saz eserleri nevilerinin bile bestekarlarından mahrum, yaratıcılarının zürriyeti kurumuş ve bütün sürvivansını [bekasını-M.A.] piyasa şarkılarına borçlu bir musikinin melez veya Türk olması ne yaşadığının, ne de yaşamaya layık olduğunun delilidir. Alaturkacılarımızın geçmişi bu kadar imdada çağırmaları da, halin içinde tutunabilecekleri canlı bir değer kalmadığını da göstermez mi?”

Peyami Safa’ya göre klasik musiki geleneğimiz en basit ifadesiyle tükenmiştir ve bundan sonra yaşatılması da lüzumsuzdur. Bu yüzden klasik musikinin yasaklanmasını da sonuna kadar destekleyen P. Safa’nın yargıları bugün bize fazla acımasız ve onun gibi muhafazakar kitlenin öncüsü bir isme yakışmıyor görünmektedir.

Yahya Kemal’e kulak verelim isterseniz sözün burasında:

Çok insan anlayamaz bizim musikimizden

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.

Yahut Hilmi Yavuz’un dikkatle okunması gereken aforizmalarına: “Klasik Türk musikisi bizim kimliğimizdir; geçmişimizin ta kendisi… O geçmiş ki, bizim her şeyimizde vardır. Varoluşumuzu anlamla dolduran, bu geçmişin musikisi, ritmi, melodisidir.” Hilmi Yavuz, Peyami Safa’nın aksine klasik musikimizde bir tıkanma olduğu görüşüne katılmaz. Bir tıkanma veya tükenmeden söz etmek bu musiki hakkındaki yanlış bir izlenime dayanmaktadır. Batı müziğinin üretim tarzını esas alan Peyami Safa gibiler, aslında onun üretim tarzını klasik musikimize empoze etmeye kalkmakta ve ona uymayan; ama kendisine mahsus farklı bir üretim ve aktarım mantığına dayanan klasik Türk musikisinin tıkandığını veya tükendiğini söylemeye vardırmaktadırlar işi. Yavuz bu bakışı oryantalistleşmeyle ilişkilendirmektedir ki kendi kültürüne Avrupa gözlüğüyle bakan zihni tavrı kastetmektedir burada haklı olarak.

Geçtiğimiz kasım ayında yayınlanan bir kitap, bütün bu meseleleri bizzat musikinin içinden kalkarak cevaplandırması bakımından ilginç ve ufuk açıcı olmuştur. Kendisiyle aynı sayfayı ve sütunu paylaştığımız Cem Behar’ın Aşk Olmayınca Meşk Olmaz (Yapı Kredi Yayınları) adlı çalışması, yazarın konuya vukufunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

Behar, Zaman’da 25 Aralık 1998 tarihli yazısında musiki geleneğimizin kendi kendisine tıkanmadığını, onun 1920’lerden 1970’lere kadar “cebren ezilmek isten”diğini yazmıştı. Kültürel bir linç karşısında dejenere olan ve alaturkadan arabeske kadar uzanan “zevk hezimeti”nin bütün sonuçlarını olanca ağırlığıyla yaşayan klasik Türk musikisi, gerçekte yaşayan ve kendisini yeniden üretme mekanizmaları işleyen bir musikiydi ve bir “tıkanma” söz konusu değildi Behar’a göre. Daha çok Batılı müzik anlayışı karşısında aşağılanması ve dışlanması söz konusuydu.

Behar’ın Osmanlı-Türk musikisi geleneğinin “farklı” bir aktarım ve üretim kalıbı izlediği ve bunun genellikle gözden kaçırıldığı yolundaki verimli tespiti, P. Safa ve neslini aldatan serabın ne olduğunu ortaya koyuyor bana göre. Musikimizin aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı: “Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşk ederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musiki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuvarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır.”

Bununla sınırlı değildir meşkin musikimizde oynadığı roller. Meşk, temel bazı ahlaki ve estetik değer yargılarının da taşıyıcılığını yapmıştır asırlarca: “Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üsluplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir.”

Demek ki görünüşte devam etmiyor, durağan gibi görünen ve tıkanmış izlenimi veren Türk musiki geleneği, aslında pek fark edilmeyen bir yöntemle, meşk usulüyle devam etmiş ve kendisini yenilemiş, geliştirmiştir. Onun kendini tekrar ettiği yolundaki genel yargı, bir kolektif hafıza gibi hem geleneği kendisinde toplayan, hem de onu yeni yaratıcılık formlarına hazırlayan meşk usulü anlaşılmadığı için ulu orta söylenebilmektedir. Meşk yeterince anlaşılabilse ve onun musikimiz için taşıdığı vazgeçilmez rol kavranabilse, kısacası musiki geleneği kendisine yaraşır nafiz çeşitliliği içinde ihata edilebilse, ne onun tıkandığından söz edilebilir, ne de “tutunabileceği hiçbir değer”inin kalmadığından.

Aşk Olmayınca Meşk Olmaz, kültürümüzün temel ve gizlenmiş vasıflarından birisini derinliğine önümüze serdiği için son yararlandığım bir çalışma oldu. Bu zengin sofradan sizin mahrum kalmanıza gönlüm razı olmadığı için kaleme aldım bu yazıyı.

Bir yanıt yazın