Aşkın devlet ve toplum

Aşkın devlet ve toplum
Siyasal mühendisler ile toplum mühendisleri baş başa verip toplumdaki bazı organize olma yönündeki eğilimlerin başının daha küçükken ezilmesi yönünde fikir imal ediyor ve bunları uygulanması için icracıların önüne koyuyorlar. Bir ‘mühendislik harikası’ (!) olan bu teşebbüsün, deşifre etmek istedikleri toplumun bu baskılar karşısında içine kapanıp başka bir suretle kendisini ifşa edeceğini düşünememek gibi ufak (!) bir hesap hataları söz konusu.

Muhafazakarların çok sık tekrarladıkları bir söz vardır: Toplumu belli bir yönde itme girişimi tam tersi bir sonuç verecektir. Bu “itme” süreci içinde toplum da kendi içinde ters yönde hareket edecek ve iki hareketin yekunundan bambaşka mahiyette bir yeni hareket zuhur edecektir. Toplum üzerinde masa başında yapılan hesaplar bu yüzden çarşıya uymaz hiçbir zaman.

Hani okul kitaplarında güneş ile rüzgarın bir insanın üzerindeki giysileri çıkartması için yarıştıkları bir okuma parçası vardı. Rüzgar, bütün huşunetiyle esmesine rağmen adam üzerindeki giysilere kendini koruma içgüdüsüyle daha bir sarılır, oysa güneşin tatlı sıcaklığı ile adam giysilerini birer birer çıkartıverir. Modern devlet, toplumla ilişkisinde güneşin taktiğini benimsemiştir, rüzgarınkini değil.

Bizde ise iktidar, toplumun kendisini açmasına imkan vererek onu daha şeffaf olarak görebilmek, dolayısıyla daha kolay denetleyebilmek imkanına sahip olabilmek yerine ceberrutluk yaparak onu ezmenin muktedir olabilmenin şartı olduğunu düşünmüştür hep. Oysa devletin modern olmasının sırrı, aşkın (toplumun dışında ya da üstünde) devlet değil, içkin (toplumun neredeyse kılcal damarlarında) devlet olmaktır. Aşkın devletin hiçbir sorunu çözemediği Sovyetler Birliği despotizminde yeterince görülmedi mi? Aşkın devletin çözeceğini vaat ettiği sorunlardan daha büyüklerini ürettiğine insanlık az mı şahit oldu? Toplumu plastik bir nesne zannedip onu istediği gibi eğip bükebileceğini zanneden nice rejim tarihinin unutulmuşluk bataklığında yerini almadı mı?

Yönetenlerle toplumun homojenleştirilmesi uygulamasını sadece “Toplum bize uysun!” diye düşünenler yanılır. Toplumun da kendine göre bir mantığı, duyuş biçimi, iradesi, değerleri ve savunma mekanizmaları vardır. Bünyesinde uygulanacak ameliyatlara vereceği tepkiler hiç de önceden kestirilemez. Geçenlerde Murat Belge’nin de yazdığı gibi bir taraftan bastırdığınız zaman hangi noktadan ve hangi çehreyle karşınıza çıkacağını kestiremezsiniz bir toplumun.

Ernest Gellner bir yazısında, Şerif Mardin’in kendisine, “Her Türk’ün yüreğinde biri Sufi, diğeri erkek (Maço) iki ruhun bulunduğunu” söylediğini nakleder. Gellner’a göre Kemalizm Türk kimliğindeki Sufi ruhu yok etmek için elinden geleni yapmıştır. Fakat şimdi kültürel derinliği ve tasavvufi yumuşaklığını kaybetmiş bir Maço/erkek ruhla baş etmek durumundadır.

Toplumu belli bir yönde itme tasarrufu, o an bir çözüm gibi görülse de, bastırılanın ileride kötü bir sürpriz yaparak yeni ve tanınmadık yüzlerle karşısına çıkması kısır döngüsünden yakasını asla kurtaramayacaktır.

Satıla(maya)n Türkbank bir İslam bankası mıydı?

Namık Kemal, geçen asrın ikinci yarısında, “Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir Müslüman bankası var mı?” diye soruyordu umumi efkara. Bir yandan Londra örneğinde gördüğümüz bir Batı medeniyeti ve teknolojisine hayranlığını dile getiriyor, diğer yandan da Müslümanca bir bakışın Osmanlılığın merkezinde kalması için savaş veriyor, Müslümanların şirketleri, fabrikaları, tüccarları ve -sıkı durun- bankaları neden olmasın diyordu.

Doğan Avcıoğlu’nun naklettiğine göre bugünlerde önce tartışmalı bir şekilde Korkmaz Yiğit’e satılan, geçen günlerde ortaya çıkan en yeni Çakıcı kasetlerinden birisiyle de satışı dondurulan Türk Ticaret Bankası ya da kısa söyleyişle Türkbank’ın Namık Kemal’in arzusunu tahakkuk ettiren bir kuruluş hikayesi vardır. Beraber okuyalım: “Adapazarı Osmanlı Bankası Şubesi, bir Türk tacirine kredi açmadan önce, Hıristiyan olan bir tacirin Türk tacirine kefil olmasını şart koşmuştur. Türk taciri bu biçimde uygulamadan haklı olarak mütessir olmuştu. Bu durumdan dolayı, M. Hamit, İ. Nuri, İ. Hakkı, M. Nuri, aralarında bir toplantı yaparak para biriktirip banka kurmaya karar vermişlerdi. Bu karara sadık kalınmış, günün birinde, Adapazarı İslam Bankası kurulmuştur.” (*)

Nereden nereye? Türkbank’ın kaderinde bir “İslam Bankası” olarak kurulup “Çete Bankası” olarak devam etmek de varmış. Namık Kemal’den Alaattin Çakıcı’ya… Türkiye’nin son 1.5 asrının özeti bu işte!

(*) Zikreden: Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, İst. 1995, Kavram Yay., s. 126.

Ataç ve Yunanca

Nurullah Ataç’ı bilirsiniz; bir dönem edebiyat çevrelerinde, özellikle resmi ideolojiyle kurbiyeti olanlar arasında üstad kabul edilirdi. Çevirileri, deneme ve eleştirileri arasında bugün de zevkle okunanları vardır. Özellikle 1940’ların sonlarında kaleme aldığı bazı denemeler sonraları “eski ruh” diye reddedeceği Osmanlı kültürünün etkisi altındadır.

Ataç’ın bir de Yunanca ve Latince’yi okullarda çocuklarımıza öğretmeden Batı medeniyetini anlayamayacağımız yolundaki sabit fikri, bugünkü deyişle takıntısı vardı. Bir yazısında şöyle diyordu: “Bir tek yol vardır: Çocuklarımıza Yunanca’yı, Latince’yi öğretmek, onları Yunan, Latin yazarlarının eserleriyle yetiştirmek… Kafamızı değiştirmek gerektir; onun değişmesi, Batı aleminin düşünüşüne, görüşüne ermemiz için çocuklarımızı, büğünkü (bugünkü) Batı aleminin kökü, kaynağı olan Yunan, Latin eserler ile yetiştirmemiz gerektir. Yoksa edebiyatımız bir yığın lakırdı olmaktan kurtulamaz.”

Geçenlerde, H. Millas’ın Yunan Ulusunun Doğuşu adlı kitabını okurken bir paragraf dikkatimi çekti. Yunan milliyetçilerinin daha 1790’lardan itibaren halk Yunancasının mı, yoksa antik Yunancanın mı “icad edilerek” Yunan milletinin dili yapılması gerektiğini tartıştıklarını söyleyen Millas, özetle şunları zikrediyor: Bu iki ekolün tartışmasından antik Yunanca’yı savunanlar galip çıkmış, Yunan devleti kurulduktan sonra -biz de Ataç’ın savunduğu gibi- okullarda eski dil canlandırılıp okutulmuştur. Ne var ki 1964 yılında bir eğitim reformuyla buna son verilmiş ve ilkokullarda konuşma dili olan halk Yunancası okutulmaya başlanmıştır. 1976’da ise bütün eğitim sisteminde antik Yunanca terk edilerek, halk Yunancası’na geçilmiş, hatta bu uygulama, bir yıl sonra bütün resmi dairelere teşmil edilmiştir. Millas “Günümüzde” diyor, “Yunanistan’da dil alanında en çok tartışılan konulardan biri, eski Yunanca’nın ortaokul ve liselerde okutulup okutulmamasının gerekliliğidir.”

Ataç, Türk çocuklarına yabancı dil olarak eski Yunanca’nın öğretilmesini “kafalarını değiştirmek” için şart koşarken, bizzat Yunanistan, artık konuşulmayan bu arkaik dili terk edip halk diline dönüyor, hatta “yabancı dil olarak” bile okullarda okutulsun mu, okutulmasın mı tartışıyor.

Asıl kendi kafalarını değiştirmeleri gereken Batıcı entelektüel zümre, bunu beceremeyince kolayını bulmuşlar anlaşılan: Halkın kafasını değiştirmek.

Bir cevap yazın