Atatürk, Mehmed Akif’i nasıl eleştirdi?
Geçen ay, vefatının 70. yıldönümünde rahmetle andığımız Mehmed Akif’in bazı yönleri çok vurgulanmış, lakin hayatının bazı safhaları neredeyse bilinmezlik perdesinin arkasına saklanmıştır.
Nasrullah Camii’nde yaptığı heyecanlı konuşmalar, fedakârlığı, sözünün eri oluşu, kar yağdığı bir gün saatlerce yürüyerek bir dostuna verdiği sözü yerine getirmesi, İstiklal Marşı için verilen 500 liralık ikramiyeyi almaması çok sık tekrarlanır; gelgelelim 3 yıl kadar milletvekilliğinde bulunduğu halde TBMM’de neden “inatla” suskun kaldığı yeterince bilinmez.
Gerçekten de, Akif gibi bir söz üstadının Meclis’teki suskunluğu hayreti muciptir. Ankara’nın içinden geçtiği bu fevkalade kritik devrede, üstelik en yetkili karar organında bulunan Akif, olaylara neden müdahale etmemiş, neden hiç sesini çıkarmamıştır? Ne yazık ki, Akif araştırmaları, Eşref Edip ve Hasan Basri Çantay’dan sonra bu suskunluğun sebepleri hakkında suskun kalmıştır.
Nitekim hakkında yazılmış en değerli hatıralardan birinin yazarı olan dostu Mithat Cemal Kuntay, Akif’in milletvekilliğini “4 senelik bir sükût” diye nitelendirmiştir. Şöyle devam eder Kuntay:
“Zabıtlarda iki üç kelimesi var; bunlar bile çok defa bir edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” [memurlar] kelimesini “me’mureyn” [iki memur] diye okuyacak, Akif oturduğu yerden haykıracak: “Me’mureyn olsa şekerle besleriz.”
Kuntay bunu, onun terbiyesine yoruyordu. Akif, bilmediği konulara karışmak istemiyordu! Hayret ediyorum bu yoruma. Belki bütçe gibi teknik konularda anlayabiliriz bu suskunluğu; ama Allah aşkına, hiç mi ilgileneceği ve hiddetleneceği bir mevzu cereyan etmemişti 1920-1923 döneminde? Bu müthiş altüst oluşlar sırasında hiç mi kendisine söz orucunu bozduracak bir konu bulamamıştır?
Doğrusunu söylemek gerekirse TBMM Gizli Zabıtları 1980’de yayınlanıncaya kadar bu böyle biliniyordu. Yayınlanınca görüldü ki, Akif “konuşmuştu”. Tabii yine de beklendiği kadar değil. Ne var ki, en azından bir gizli oturumda kürsüye çıkmış, daha sonra da kürsüye çıkmadan, oturduğu yerden bazı tartışmalara girişmişti. Hatta 28 Şubat 1921 tarihli oturumda muhatabına, “Rezil herif, sus” diye belirtmişti öfkesini.
Ne var ki, Akif’in Meclis kürsüsünden yaptığı tek konuşma, bundan 20 gün önceye aittir: 8 Şubat 1921 Salı günü yapılan gizli oturumda, Sevr Antlaşması hakkında Sadrazam Tevfik Paşa’ya çekilecek telgraf tartışılmaktadır. İtilaf Devletleri, Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerini hafifletmek için Londra’da bir konferans düzenlemeyi kararlaştırmış ve İstanbul hükümetini davet etmişlerdir. Tevfik Paşa ise uzlaşma yanlısı bir sadrazam olarak Ankara’dan da bir heyetin katılmasını şart koşmuş, bir telgraf çekerek Ankara hükümetini temsilen İstanbul’a bir heyet gönderilmesini istemiş, böylece yakınlaşmayı hızlandıracak bir jest yaptığını zannetmişti.
İşte TBMM tarafından verilmesi düşünülen cevap Meclis’in gizli oturumunda görüşülmektedir ve kürsüde Burdur mebusu Mehmed Akif Bey vardır.
Akif, İstanbul ile Ankara arasındaki önyargıların ortadan kalkmasını ve mevcut iki hükümetli yapının bertaraf edilmesini arzulamaktadır. Bir müsvedde hazırlanmış ve okunmuş, onun üzerinde tartışılmaktadır. Akif müsveddenin üslubundaki şiddete karşıdır. Daha yumuşak, daha uzlaşmacı (itilâfcuyâne) bir telgraf çekilmesini ister. Taleplerimizi ılımlı bir dille ve yumuşak bir üslupla ifade edelim, Tevfik Paşa tarafı kabul etmezse sorumluluk ve vebal onların üzerine kalır demekte, demekle kalmamakta ve kendi hazırladığı bir metni okumaktadır.
Aslında son derece ilginç olan bu mektubun tamamını burada yayınlamak isterdim. Lakin yerimiz müsait değil. Özetle şunları söylüyor Akif:
İstanbul hükümeti olayların gidişatını yeterince kavrayabilmiş değil. Ancak Sevr’i yeniden gündeme getirmenin de faydası yok. Olan oldu. Milletin istiklali, Sevr’in büsbütün ortadan kalkmasına bağlıdır. Bugün Milli Mücadele sayesinde elhamdülillah durum lehimize dönmüş durumda. Ancak İstanbul ısrarla hakikatlere gözlerini yumuyor. İşgal kuvvetleri devletimizin bütün varlığını payimal ediyor. Hukukunu çiğniyor. Bu durumda İstanbul’un yeni bir tavır alması gerekir. Oysa Ankara, Halife ve Sultanı kurtarmak için canla başla çalışıyor. İstanbul’un görevi artık Ankara’ya devretmesi en uygunudur. Dolayısıyla Tevfik Paşa Londra’ya heyet gönderme hakkının yalnız Ankara’da olduğunu açıkça ilan etmelidir. İkilik ancak böylelikle ortadan kalkar. TBMM, “icmâ-i ümmet mahiyetinde”dir. [Bu çok ilginç bir vurgudur.] Yabancı işgali altındaki bir halifenin vereceği kararlar gayri meşrudur. Osmanlı hanedanının seçkin konumunu koruyabilmesi için İstanbul’un, TBMM’yle mesaisini birleştirmesi gerekir. Aramızdaki ufak tefek meseleleri büyütmeden aynı gayenin elde edilmesine elbirliğiyle çalışmak dinî, vatanî ve millî görevlerin en önde gelenidir. Derhal TBMM’nin seçtiği delegelerin tasdik edilmesi temennimizdir.
Akif kürsüden indikten sonra önerisine başta Hamdullah Suphi’ninki olmak üzere çeşitli eleştiriler gelir. Hatta Tunalı Hilmi Bey, “berât-ı idam” gibi bazı kelimelerini beğenmez. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkar ve Akif’in önerisini eleştirmeye başlar. Ancak daha ilk madde olan Sevr’de Akif’e söylemediği bir sözü söylettiğini görürüz. Buna göre Akif, Sevr’in genel olarak tadil edilmesini istemiştir. Atatürk’ün sözleri şöyledir: “Sevr muahedesinin bazı maddelerini kabul etmektense, Sevr muahedesinin heyet-i umumiyesini tadil etmek lazımdır, diyor.”
Halbuki zabıtlar meydanda. Akif şu sözlerle ifade etmiştir meramını: “Milletin berat-ı idamından başka bir şey olmayan Sevr muahedenamesini İstanbul’a kabul ettiren esbabın burada mevzubahsedilmesini münasip görmüyoruz. Ancak milletin istiklali o muahedenamenin birkaç maddesinin tadil ve tebdiliyle temin olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevakkıf bulunmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak ü tesiri haiz olamayacakları pek tabiidir.” Akif’in neden sustuğunu bundan iyi hangi misalle anlatabiliriz ki? m.armagan@zaman.com.tr
21 Ocak 2007, Pazar