Bir Cumhuriyet ideali olarak apartman
Sabahattin Eyuboğlu, 28 Haziran 1936’da Tan gazetesinde yayınladığı bir yazıda şunları söylüyordu:
“Eski mesken ruhları bir taraftan yalnızlığa ve istiklale davet eder, diğer taraftan ev eşyalarına ve hatıralara bağlardı. Yeni otrul (konut) insanları ruhsal benzerliğe, yuvasızlığa ve mazisizliğe götürmektedir… Ruh eski otrulla beraber kaybettiği istiklale mukabil (ki bu zindan istiklali idi) büyük bir serbestlik kazanacak ve her an başka bir iklime kaçmaya, “evasion”a hazır bulunacaktır. Yuva idealini gütmek mülkün esiri olmaktı. Apartman bizi bu esaretten sıyrılmaya alıştırmaktadır.”
Eyuboğlu’nun yazısına doğrudan olmasa da dolaylı bir cevap daha sonraki yıllarda muhafazakar cephenin önde gelen isimlerinden olacak Peyami Safa’dan geldi. 12 Haziran 1941’de Tasvir-i Efkar’da yayınlanan “Milli idealimiz apartman yaptırmak mıdır?” adlı yazısında Safa, daha çok toplumdaki bir iptilaya karşı çıkar görünür:
“Birkaç idealist müstesna, yüksek tahsilin eşiğinde, istikbale nişan alan her Türk gencinin gönlünde bir apartman yatıyor. Apartman! Genç ve yaşlı, mimar ve doktor, esnaf ve avukat, tüccar ve bol maaşlı memur, komisyoncu ve müteahhit, her şuurun altı ve üstü, boydan boya, silme apartman kesilmiştir. Apartman! Cimri parayı bunun için biriktiriyor, iş adamı bunun için taban tepiyor, avukat bunun için mahkemede coşuyor, doktor bunun için gözünü profesörlüğe dikmiş, vekilin treni gelmeden üç vapur evvel Haydarpaşa’ya damlıyor. Apartman! Sabahleyin, yatakta mahmur gözler açılınca, uykunun rehaveti içinde erimiş vücudu kamçılayan ve obüs gibi sokağa fırlatan ideal: Apartman! Bir tek varlık sebebi, yaşamanın hikmeti, bahtiyarlığın amili, insanlığın gayesi, memleketin selameti, kainatın sırrı: Apartman!”
Bütün bir toplumsal çerçeveyi boydan boya kuşatan ideal ve “terakkinin son kertesi” olarak apartmanın toplumdaki yerini bu ironik ifadelerle belirleyen Safa, ardından bu fikrin yıkıcı bir eleştirisine girişmek yerine atıl yatırımın milli serveti heba eden tarafına yöneltmeyi tercih eder oklarını:
“Kimse farkında değil ki apartman milli servetin mezarıdır, çünkü iç piyasalarımızda tedavül ettikçe üreyecek olan sermayeleri, damarda donmuş kan gibi hareketsiz ve kısır bırakır. Apartman böyle bir salgın halinde milli refaha değil, memleketin sefaletine yol açar. Apartman milli değil, millet zararına ferdi idealdir.” Bu düşüncelerinden “apartman yapılmasın!” anlamını çıkaracak “sersemler”e de çatmayı ihmal etmeyen Safa, apartmanın milli bir gaye haline getirilmesinin sorumluluğunu “gayri milli, gayri beşeri, gayri medeni, hayvanca kazanç iştahı”na yükler. Safa’nın biraz karmaşık akıl yürütme biçimine göre apartmanın milli bir ideal haline getirilmesi milli olmayan bir kazanç iştahının marifetidir!
Daha sonra bu “iştah”ın iki kaynağı olduğunu tespit eder: Kendimiz ve dünyamız. Kendimizden kaynaklanan iştahın sebebini milletçe farkında olmadan eski evlerin kullanışsızlığına bağlar genel olarak. Bu noktadan itibaren muhafazakar Safa ile hümanist Eyuboğlu arasındaki fark ortadan kalkmaktadır:
“Kafesli, karanlık, rutubetli, cumbası çarpılmış, taşlığı küf ve mutfağı lağım kokan tahta evlerimiz ailelerimize tabut olmuştur… Bu evlerden her biri, gözümüzde, koskoca imparatorluğun çöküşünü ve onun harabeleri üstünde mutlak ve mücerret ölümü temsil ediyor. Farkında olarak, olmayarak milli hassasiyetimizi şöyle bir sembolik tasavvurun ağır telkini altına koymuşuz: Tahta ev mazi, apartman istikbaldir; tahta ev tabut, apartman beşiktir; tahta ev ölüm, apartman hayattır.”
Yazısının başında sanki apartmana karşı eski evi savunacakmış izlenimi veren Safa, bu defa eski evlerin tabut gibi görülmesini mazur görmek isteyen birisi olarak karşımıza çıkar ve şaşırtır bizi. Dışarıdan gelen kazanç hırsını ise dış mihraklara, yani Avrupa ve Amerika merkantilizmine bağlandığı yazısının geri kalan kısmında apartmanın bir put olarak ülkemize getirilmesinden ve bunun yerine hala bir köyü andıran memleketin halinden duyduğu rahatsızlığı dile getirir.
Gerek Eyuboğlu’nun, gerekse Safa’nın yazılarından anladığımız, farklı diyagonallardan da baksalar, 1930’lu ve 40’lı yılların aydınlarının ev-apartman dikotomisinin mezar-beşik denkleminde vaz edilmesi noktasında müttefik oldukları anlaşılmaktadır. Her iki yazının, dönemin çıplak bir fotoğrafını çekmemize izin verecek yeterlik ve açıklıkta olduğunu zannediyorum.