Avrupalı olmak ne demektir?
“1994 güzünde Litvanya’daki çeşitli üniversitelerde ders verirken” diyor Cambridge Üniversitesi tarih hocalarından Jonathan Steinberg, “öğrencilerime Avrupa’yı nasıl tanımladıklarını soruyordum. Bana ‘Beyaz Rusya sınırının batısındaki her şey’ cevabını veriyorlardı. Avrupa onlar için Sovyetler Birliği’nden kurtuluş ve Avrupa Birliği gibi Slav–olmayan topluluklara katılım anlamına geliyordu.”
Bizim de Avrupa karşısındaki tavrımız, Litvanyalı öğrencilerin tavrından farklı değil esasen. Avrupa, neredeyse, Kapıkule’den itibaren başlayan bir “yer”dir gözümüzde. “Batımızda” kalır; ama tam da “nerede” başladığı ve bittiği bilinmez. Biraz deşerseniz ortak muhayyilemizi, onun aslında bir toprak parçası, yani coğrafî bir alandan çok, “bir türlü sahip olamadığımız her şey”i temsil eden “ideal” ve “özlem” olarak anlaşıldığını fark ederiz.
Kısacası, bizden olamayacak kadar “yüce bir ideal” ve bizim ulaşamayacağımız kadar “uzak bir yer”dir Avrupa. Bu yüzden hem coğrafî, hem de fikrî bir farklılık üzerine kuruludur. Avrupa’ya ulaşmak, Avrupalı gibi olmak, Avrupa ile bütünleşmek Türk elitinin vazgeçilmez sevdasıdır hâlâ. (Bilgi Üniversitesi’nin “Avrupa Etütleri” adıyla başlattığı yüksek lisans derslerinin alt başlığını “bütünleşebilmek için” koyması, bu değerli programı koyanların, Avrupa ile “ilişkiler”in bütünleşmekten başka bir alternatifi olamayacağını düşündüklerinin göstergesi değil midir?)
Oysa Avrupalılık, coğrafî bir imtiyaz beratı olmadığı gibi, Avrupalı olunca yan gelip yatabileceğiniz bir kuş tüyü yatak da değildir. Avrupa yekpare bir siyasî ve kültürel bütün değildir (hâlâ); istisnaları her daim bol olmuş bir coğrafyadır; nihayet Avrupalı kimliği, bir defa bulunmuş ve ondan sonra asla ve kat’a değişmemiş bir kimlik değildir.
Sırayla gidelim:
Avrupa bir coğrafya mıdır? Cevaplar muhtelif. Hem evet, hem hayır. Hayır, çünkü Avrupa bir kıta değildir (kıta olsaydı ta kuzeydeki İzlanda adasının ne işi vardı Avrupa’da?). Onu Asya’dan kesin olarak ayırt eden bir coğrafî sınır da bulunamaz. Bakmayın bizim Boğaz Köprüsü’ne “Asya ile Avrupa’yı birleştiriyor” dememize; başkaları da Ural dağlarını ya da Volga’yı sınır olarak gösteriyorlar. Aslında Paul Valery’nin dediği gibi Avrupa coğrafî olarak Asya’nın bir burnundan ibaret değil midir?
Evet, çünkü Avrupa’ya özgü gelişmelerin (Aydınlanma, Roma, Yunan, Yahudi–Hıristiyan mirası, Rönesans hümanizmi ve bireycilik, sivil haklar ve demokrasi…) büyük ölçüde bu coğrafyada ortaya çıktıkları ve serpildikleri ortada. ‘Peki bu temellerin ne kadarı Avrupa’ya özgüdür?’ diye düşününce, karşımıza çıkan manzara şu oluyor: Hıristiyanlık da, Yahudilik de, Yunanlılık da, aslında bugün Avrupa diye bildiğimiz coğrafyanın mahsulleri değil. Akdeniz’in doğusundan gelip Avrupa’da vatan tutmuş ve bugünkü filizlenmesini burada başarmıştır her üçü de.
Remy Brague’ın son derece haklı olarak belirttiği üzere, Avrupalı eşittir Romalıdır. Yani Avrupa’nın dışında doğmuş bulunan bütün bu inançlar ve kültürler, Romalılaştırılarak Avrupa’nın malı haline getirilmiş, Roma’nın filtresinden geçtikten sonra Avrupa kimliğinin kurucu unsurları olmuşlardır. Ama Romalılık, dışlayıcı değil, içine alıcı, hazmedici bir kimliktir ve bu yüzden de sabit bir kimlik olmaktan ziyade, kendisi gibi olmayanları içine aldıkça zenginleşen ve onların getirdiği zenginlikten ürkmeyen o kendinden emin bir tavrın eseridir.
Bu yüzden de Avrupa’nın İslam’la ilişkisi, son derece öğreticidir. 16. yüzyıla, hatta Voltaire gibi Aydınlanmacılara kadar İslam’ı temsil eden Osmanlı, Avrupa’nın olumsuzluklarına tutulan bir ayna işlevini görmüştür. (Voltaire’in Fransa ile mukayese ettikten sonra Osmanlı yönetimine “demokrasi” demekten kendisini alamadığını daha önce yazmış olmalıyım.) Yani kısmen İslam’ın Avrupalı kimliğin oluşumuna dahil edilmesi gibi bir süreçten bahsedebiliriz bu tarihlerde. Ama özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, Avrupa’nın Romalılığı, yani kendisinden farklı olan kabul etme yetisi ve kendine güveni “Türk korkusu” yüzünden dumura uğramış ve kendisinden farklı olanı dışlamaya, ezmeye, sömürmeye, kendisine benzetmeye başlamıştır. Bu ise aslında, “Avrupalı” kimliğinin aşınmasına ve giderek yok olmasına giden yolu açmak anlamına gelmiştir.
Avrupa’nın pek çok düşünürü bugün Avrupa’nın yeterince Avrupalı olmadığını, dahası, Romalılıktan gelen Avrupalı hazmediciliğini yitirdiğini söyleyip dururken biz Avrupa’yı sanki sabit bir “öz”, değişmez bir “coğrafya” ve bir kere üzerimize taktık mı bir daha çıkartamayacağımız bir “rütbe” şeklinde algılıyoruz. Tabii ki, bu hay huy içinde İspanyol aydınlarının, tıpkı bizimkiler gibi, 20. yüzyılın başlarında bile “Avrupalılaşalım mı yoksa İspanyollaşalım mı?” tartışmasını yaptıklarını gözden kaçırıyoruz.
15.10.2002