• Home
  • Genel
  • “Avrupa’nın Hasta Adamı” AB kapısında

“Avrupa’nın Hasta Adamı” AB kapısında

“Avrupa’nın Hasta Adamı” AB kapısında

Avrupa Birliği-Türkiye müzakereleri bir tür hile-i şer’iyye ile (saatler durdurularak ve en batıdaki Londra saati esas alınarak) 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmış oldu. Hayırlı olsun. Lakin şunu bilelim ki, kopartılan yaygaraya rağmen bu bizim Avrupa’ya ne ilk gidişimiz, ne de ilk Avrupalı oluşumuz. Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa’nın 1354’te Çanakkale Boğazı’nda Çimpe Kalesi’ni ele geçirdiğinden beri fiilen Avrupa’da değil miydik zaten?
5 Ekim tarihli gazeteler ise Süleyman Demirel’in bir üniversitenin açılış töreninde yaptığı konuşmayı yazıyordu. Demirel konuşmasında, “Bugün Balkanlar da, Baltıklar da, Doğu ve Orta Avrupa da AB’ye üye olma istikametini tutmuşlar ve başarılı olmuşlardır. Onlara şöyle bakılıyor: Bunlar Avrupa’nın yeğenleridir. Balkanlar’a gelindiğinde, Balkanlar kuzendir. Türkiye’ye geldiğiniz zaman Türkiye yetimdir, yetim… Fakat dün akşam bu yetim Avrupa sofrasına oturdu” demiş ve ardından şunları eklemiş: “Dün ‘Hasta Adam’ dedikleri Türkiye, aradan şu kadar sene geçtikten sonra, 2005 yılında o sofraya eşit şartlarda oturmuştur.”
Hasta adam yakıştırması ne kadar doğru?
Ecdadının “hasta”, hatta “ölü” olduğunu kabul eden, Türkiye’nin içerisine yuvarlandığı yetimlik psikolojisini canhıraşane bir netlikte dile getiren ve bunu adeta iftihar edilecek bir marifetmiş gibi bangır bangır bağıran bir milletin çocukları nasıl sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilirler? Anlamıyorum. Nitekim olamıyoruz da. İşte AB’ye giriş sürecinde sık sık sergilenen, eziklik duygusu ile kabadayılık forsu arasındaki tekinsiz gidiş-gelişlerimizin temelinde bu hastalıklı ruh hali yatıyor. Bir başka deyişle, hasta olanlar, dedelerimiz değildi. Beyinlerimiz ve ruhlarımız hastalandı. Görmek istemesek de, asıl problem burada. “Hasta Adam” metaforu, sallantılı ruh halimizi ele veren son derece manidar bir ipucu uzatıyor elimize.
Dilimize doladığımız “Avrupa’nın Hasta Adamı” (Sick Man of Europe) sözü, Osmanlı-İslam düşmanlığıyla maruf Rus Çarı I. Nikola’nın ağzından çıkmıştır. Tarih, 9 Ocak 1853 akşamı. Yer, St. Petersburg, Düşes Elena Pavlovna Sarayı. Gayrı resmi bir kabul esnasında İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymour’u bir kenara çeken I. Nikola, “Türkiye hasta bir adamdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi ihtimali karşısında İngiltere ve Rusya’nın vakit varken anlaşmaları gerekir” şeklindeki görüşünü dile getirmiş; açıkça İngiltere’ye, Osmanlı’nın paylaşılacağı sofrada ittifak teklif etmişti. Hatta daha da ileri giderek, gerekirse “geçici olarak bir hâmi sıfatıyla” İstanbul’u işgal edebileceğini bile söylemişti o akşam. Böylece 152 yıl önce Rus Çarlığının başkenti St. Petersburg’un ihtişamlı salonlarından birinde dillendirilen bir ‘arzu ve plan’, zamanla plan’ın doğrudan hedefi olan bizlerin de rahatsızlık duymadan kendimize yakıştıracağımız bir ‘olgu’ kılığına bürünmeyi başarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yılları için dilimize doladığımız “Avrupa’nın Hasta Adamı” deyiminin tarihî arka planı böyle. Ne var ki, asıl ilginç olan husus, Avrupalıların bu sözün sahiplerine, yani Ruslara da, 18. yüzyıla kadar “Asyalı” bir kavim gözüyle bakmış ve yönetim biçimlerine “Doğu despotizmi” damgasını vurmuş olmalarıdır. Daha da eğlenceli olan nokta, Deli Petro öncesinde Rusların Osmanlı Devleti’ni ‘Batılı’ kabul etmiş olmalarıdır (Bkz. Martin Malia, “Russia under Western Eyes”, Harvard University Press, 2000, s. 39). Ama gün gelmiş, Avrupa’nın sınırları Rusları da kapsayacak kadar genişlemiş, Ruslar “European Concert”e dahil edilmekle kalmayıp bizzat “Avrupalı” muamelesi de görmüşler. Demek ki, sabit bir Avrupa ‘çekirdeği’nden söz edemiyoruz. Avrupa, tarih boyunca şartlara göre sınırları genişleyip daralan bir kıta olmuş.
Üzücü olan husus şu: Demirel’in sözlerinde en zamksız ifadesini bulan “Avrupa’nın hasta adamı” önyargısını biz de bir deri gibi kafatasımıza geçirmekte herhangi bir beis görmemişiz. Aslına bakılırsa, bu sözlerin söylendiği tarihlerde Avrupa’nın ve Rusya’nın içi hastaydı ve bu marazlarını bütün dünyaya bulaştırmakla meşgullerdi. Bunu ben söylemiyorum. Çağımızın ünlü romancısı Henry Miller söylüyor. Şöyle diyordu Henry Miller: “1847’den 1881’deki ölümüne dek Amiel “Journal Intime”ini yazdı, -yanlış bir şekilde Türkiye olduğu sanılan, ‘Hasta Adam’ Avrupa’nın seyir defteri.” 1924’te basılan “Çorak Ülke”sinde şair ve eleştirmen T. S. Eliot Avrupa medeniyetinin içten kuruyuşuna hastalık teşhisi koymuyor muydu? Ünlü romancı Knut Hamsun, İstanbul’da bir kahvede karşılaştığı asil davranış sonucunda “Biz barbarlar bu millete medeniyet öğretmeye kalkmakla hata ediyoruz” dememiş miydi?
Bizdeyse bir Allah’ın kulu kalkıp da Avrupa’ya, ‘Ne münasebet, hasta sizdiniz’ diyemiyor. Kem küm edebiyatı ve ‘Eskiden hastaydık, şimdi iyileştik, AB’ye güllerle karşılandık’ muhabbetinden geçilmiyor ortalık. Peki, aynı sözde “Hasta Adam” değil miydi 1847’de aç biilaç kalan İrlanda halkına, İngiltere’nin muhalefetine rağmen, İstanbul’dan üç gemi dolusu gıda maddesi yollayan ve insanlığın henüz ölmediğini gösteren? Aynı sözde “Hasta Adam”, müşfik kollarını 1848 yılında Habsburg monarşisine karşı ayaklanan Macar devrimcilerine, Rus emperyalizmine karşı bağımsızlık bayrağı açan Polonyalı vatanseverlere uzatmamış mıydı? Dahası, Avusturya ve Rusya’nın, terörist muamelesi yaptığı Macar ve Polonyalı mülteciler kendilerine teslim edilmezse savaş açacakları tehdidine pabuç bırakmayarak, “Savaşsa savaş” diye mertçe direten ve derhal sınırlara yığınak yapılması emrini veren, tarihin gördüğü son şövalye devlet, aynı sözde “Hasta Adam” değil miydi? Nitekim bu olayın basında duyulması üzerine Osmanlı elçilerinin arabaları Londra ve Paris caddelerinden geçerken halkın yol kenarına dizilip alkış tutmaları da mı yeterli değildi bizim Hasta Adam olmadığımızı ve asıl hastanın, şifa arayan tarafın Avrupa olduğunu göstermek için?
Ne ilginçtir ki, Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan eden Çar I. Nikola’nın ölümü ‘hastası’nın elinden olacak, böylece sağlıklı olduğunu zanneden doktorun vücudunun, hastasının bünyesinden daha çürük çıktığı görülecektir. Şöyle ki: Osmanlı Devleti’nin öleceği kehanetinden kısa bir süre sonra patlak veren Kırım Savaşı, Mustafa Reşid Paşa’nın diplomatik becerisiyle İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin bizimle aynı safta yer aldıkları bir anti-Rus savaşına dönüştürülmüştü. “Hasta Adam” teşhisinin üzerinden iki yıl geçmiştir. Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Kırım’a çıkarma yaptığı ve karşısına çıkan Rus kuvvetlerini peş peşe yenilgiye uğrattığı haberleri dalga dalga St. Petersburg’daki sarayın salonlarında çınlayınca, Çar I. Nikola “kahrından” ölmüştü (2 Mart 1855). Kırım Savaşı, Rusya için sonun başlangıcı olacaktı. Ama bu savaş aynı zamanda Avrupa’nın hasta çehresinin, savaşın alevleri ışığında daha net görülmesini de sağlayacaktı.
İngiliz hastanelerinin hastalığı
İngiliz askerleri Üsküdar’a yerleştirilmiş, buradaki kışlanın bir bölümü, sonradan Florence Nightingale efsanesinin doğacağı bir hastane haline getiriliyordu. Ancak hastanede ölenlerin büyük bölümü, savaştan değil, hastalıktan kırılıyordu. Hastanenin manzarası ise süpergüç İngiltere’nin 1850’lerin ortasındaki içler acısı halini yansıtmaktadır. Yeterince karyola yoktur. Yaralıların çarşafları çadır bezindendir ve öylesine kalın ve rahatsız edicidir ki, hastalar yalvar yakar hiç değilse kendilerine birer battaniye verilmesini rica etmektedirler. Koğuşlarda konforun zerresi dahi göze çarpmamakta, bira şişeleri şamdan niyetine kullanılmaktadır. Leğen, havlu, sabun, saplı süpürge, temizlik bezi, tepsi, sahan hak getire! Tabii çatal bıçak da yoktur. Yakıt ciddi bir problemdir, çamaşır yıkama işi de öyle. Mutfak perişanlıktan geçilmiyordur. Tıbbî malzemeye gelince: Sedye yoktur ortalıkta. Kırık kemikleri sarmaya yarayan süyek de, bandaj da namevcutlar arasındaydı. Bütün bu yokluklar listesini sayıp döken İngiliz yazarı Lytton Strachey “Eminent Victorians” adlı klasik kitabında, “Her şey eksikti” der, “tabii en sıradan ilaçlar da.”
Strachey’e göre, 19. yüzyılın ortasında İngiltere’yi Tanrı kayırmıştı. Yoksa yönetim, en kötü ve en beceriksiz yıllarını yaşıyor, çarpışmayı unutmuş İngiliz savaş makinesi hızla demode olmaya doğru gidiyordu. Küçük memurların beceriksizlikleri yüzünden arapsaçına dönmüş olan sistem vahim hatalara yol açıyor, Bakanların kaçınılmaz cehaletlerinden rutin işlerin ölümcül kusursuzluğuna kadar İngiliz idaresi tam bir kafa karışıklığı içinde yüzüyordu. Orduda reform yapılamıyor, aristokratların bir ağ gibi sardığı kabineden ıslahat izni çıkmıyordu. (Oysa aynı İngilizler bize Islahat Fermanı’nı yayınlatacaklardı!)
Peki Avrupa Düvel-i Muazzama’sının askerî güçleri hangi vaziyetteydi? Norman Davies 1300 sayfalık Avrupa tarihinde 1878 yılının Düvel-i Muazzama ordularını şöyle resmediyor: “Beş Avrupalı Güçten üçü ciddi askeri kusurlarla maluldü. İngiltere kudretli bir donanmaya malikti ama derli toplu silah altında bir ordusu yoktu. Fransa’da doğum oranları felaket bir biçimde düşüyor, bu da silah altına alacak asker bulmakta sıkıntı doğuruyordu. Avusturya-Macaristan ordusunun eli ise teknik ve psikolojik olarak Almanya’ya mahkûmdu.” 1915’te “Hasta” bedenimiz Çanakkale’de tarihin akışını değiştiren bir direnişle, Rusya’ya yardım götürmekte olan İngiliz ve Fransız gemilerini geçirmiyor, dolayısıyla Çarlığın Bolşevikler tarafından 1917’de içeriden çökertilmesi için gereken şartları hazırlamış oluyordu. Bir başka deyişle, Çanakkale’deki direnişimizle hem “Hasta Adam” olmadığımızı ispatlıyorduk, hem de bize “Hasta Adam” teşhisini koyan Çarlığın çöküşüne giden sancılı yolu döşüyorduk. Böylece öldü ölecek teşhisi konulan Osmanlı, bizzat teşhisi koyan ve kadavrasını parçalamaya hazırlanan doktorundan bile daha uzun yaşamayı başarmıştı!
Bu “Hasta Adam” muhabbetine şimdilik bir virgül koyalım ve Demirel’in eksik bıraktığı sözün gerçek içeriğine yeniden dikkat çekelim: “Avrupa’nın Hasta Adamı”… Anlayalım artık şunu: Osmanlı, Avrupa’nın “Hasta Adam”ıydı, Asya’nın değil!

12 Ekim 2005, Çarşamba

Bir yanıt yazın