Aydınlanma çağında şehir-tabiat tartışması
Geçen yazımızda Capra’nın kadın ile tabiatın geleneksel kültürdeki özdeşliğinin modern dünya görüşü ile birlikte nasıl bir istismar ilişkisine dönüştüğünü ve bu özdeşliğe müennes (dişil) bir karakter arzeden Doğu/İslâm şehirlerinin Büyük İskender zamanından beri nasıl dahil edilmiş olduğunu işlemiştik.
Bu hafta ise Aydınlanma Çağı’nın iki ucunu temsil eden Rousseau ile Voltaire’in şehir-tabiat-kadın özdeşliği konusundaki çatışan tutumları üzerinde duracağız.
Rousseau gerçekten de aydınlanma düşüncesinin enfant terrible’ı, (müthiş çocuğu) olarak nitelendirilmeyi hak edecek aykırılıkları taşır çağına. Hıristiyanlaştırılmış, ‘vaftiz edilmiş’ Aristo’nun kadına, tabiata, eğitime yüklediği temel erkeksi yönelimin, Rousseau ile tersine dönmeye başladığı söylenebilir. Aristo-St. Thomas geleneği içerisinde kadına biçilen cahil yatak arkadaşı ve ev bekçisi rolünü, onlara verilen yanlış eğitimin olduğunu söyleyen de, eğitimin en iyisinin, Hıristiyanlık tarihi içerisinde horlanmış olan tabiatın vereceği eğitim olduğunu söyleyen de, ilerlemenin odağı olan şehirlerin ve medeniyetin insanı ahlâken ‘bozduğunu’ 18. yüzyıl gibi erken bir tarihte söyleyen de Rousseau olacaktır.
Buna mukabil Voltaire, şehirlerin esas olduğunun ve tabiatın insan ve medeniyet olmadan kocaman bir budalalıktan ibaret bulunacağını söyleyecektir, genel aydınlanma çizgisine uygun olarak ezelî rakibi Rousseau ile giriştiği tartışmanın ana eksenleri, aşağı yukarı bu çerçevede cereyan edecektir. İroni dolu üslubunu zehir zemberek satırlarla boyayan Voltaire, Rousseau’nun hâlâ eğitim felsefesi üzerine yazılmış en önemli metin olma özelliğini koruyan Emile’ini okuduktan sonra insanları medeniyetten kopartıp hayvanlaştırdığı gerekçesiyle eleştirir.
Oysa Rousseau başta olmak üzere romantiklerin de ısrarla vurgulayacağı gibi tabiat masumdur. Hatta bir öğretmendir o. Medeniyet merkezleri diye kurup geliştirdiğimiz şehirler ise insanların iradelerini ellerinden alan makinelerdir. İrade, insanın kendisini, çevresini ve toplumu şekillendirme iradesi doğuştan insana verilmiş bir şeydir ve insanın gerçek insan olması ancak ve ancak bu iradeyi kendisini serbestçe geliştirebileceği bir ortamda mümkün olabilecektir. Emile adlı eserinde Rousseau bir roman tarzında tabiatın insanı nasıl eğiteceğinin çarpıcı bir örneğini sunacaktır.
“İçimizden geldiği gibi yaşamıyoruz”, diyordu Rousseau. “İlimlerimiz ve sanatlarımız tekâmül ettikçe ruhlarımız”ın “bozul”duğundan söz ediyordu. Fazilet ve ahlak, bilim ve sanatın ilerlemesine ters orantılı olarak azalmakta, silinip kaybolmaktadır. Fabricius’un ağzından Romalılar’a şöyle seslenir: “Çabuk bu amfiteatrları yıkın, mermerleri kırın, tabloları yakın, sizi boyunduruğuna sokan, uğursuz sanatlarıyla ahlâkınızı bozan bu esirleri kovun!” Meş’um müktesebatımızı ve gemsiz arzularımızı şehirlerde bırakarak tabiatta çınlayan ilahî sese çağıran Rousseau, bu yanıyla Hıristiyanî tabiat tasavvurundan ziyade İslâmiyet’e daha yakındır. Ve Sturm und Drung akımı ile birlikte Goethe’den yankılanmayı beklemektedir.
Öte yandan Voltaire, ‘ezelî rakibi’ Rousseau’nun bu ‘safça’ ve ‘çocuksu’ tabiat tasavvurunu ironik bir dille eleştirir. Tabiatın bir kültür olmadan hiçbir anlam taşımayacağını, üzerine basa basa söyler ve şehirlerin önemini vurgular. Şehir vazgeçilmezdir Voltaire’e göre. Böylece Sokrat-Eflatun geleneğine geri döner. Dolayısıyla romantiklerin unutturmaya çalıştığı gerçekçiliği yeniden vurgulamaya götürür bu tartışma Voltaire’i; Voltaire’i ve diğer ansiklopedistleri: D’Alambert’i, Baron d’Holbach’ı, Diderot’yu…
Fakat günümüze akseden tarafı ile bu tartışma, şehir/tabiat ilişkisini aydınlanma düşüncesi içerisinde derinleştirmiş ve günümüzde tartışılan çevre sorunlarının birçoğunun tohumlarını içinde taşımıştır.
04 Haziran 1996, Salı