“Baba”sız bir neslin dramı

“Baba”sız bir neslin dramı

Galiçyalı bir Yahudi ailesinden gelen Freud’un Abdülhamid’e nasıl baktığını merak ettiniz mi hiç? Meğer Freud’a, başta Ödip Kompleksi olmak üzere belli başlı teorilerini ilham eden anahtar şahsiyet, II. Abdülhamid’den başkası değil miymiş? Yine meğerse bizim Jön Türkler, annelerini, yani vatanı babalarından kıskanan “oğullar” olarak isyan bayrağını açmışlar ve “zalim Baba”yı, yani Abdülhamid’i tahtından indirip iktidarını elinden alarak onu manen “öldürmüşler” imiş. Böylece meydanı boş bularak Baba’nın kendilerine yasak ettiği ne kadar zararlı oyuncak varsa hepsiyle birden oynamaya kalkan oğullar, çok geçmeden (1913 Ocak’ındaki Babıali Baskını ile), Baba’nın yönetim biçimine çok daha zalimce bir dönüş yapacaklar ama Baba’daki dirayet ve tecrübeden mahrum bulundukları için de yalnız kendilerini değil, anneyi, yani vatanı da düşman çizmelerinin altına sereceklerdir. Tabii Freud’un görüşüne katılmak zorunda değiliz. Fakat burada altını çizmek istediğim husus, Abdülhamid’in, imaj düzeyinde, onun iktidarında yaşamış Osmanlı aydınlarının kâh bilinçlerinde, kâh bilinçaltlarında mutlak iktidar sahibi bir “Baba” otoritesini temsil etmekte olduğudur. Kendisine en hafifinden “Müstebid” diyenlerin bile Jön Türk–İttihad ve Terakki istibdadını yaşadıktan ve imparatorluğun 7–8 yıl içinde nasıl darmadağın olduğunu gördükten sonra kafalarındaki kudretli “Baba” imajının nasıl yeniden fışkırdığını en iyi gösterecek metin, sanırım Rıza Tevfik’in “Sultan Hamid’in Maneviyetinden İstimdat” adlı şiiridir. İki kıtası bile Rıza Tevfik’in şahsında dönemin aydınının bilinçaltında Abdülhamid’in teşkil ettiği “Baba” figürünün nasıl köklü bir yer edinmiş olduğunu göstermeye yetecektir:

Nerdesin, şevketli Sultan Hamid Han / Feryâdım varır mı bârigâhına? / Ölüm uykusundan bir lahza uyan, / Şu nankör milletin bak günahına! / Tarihler ismini andığı zaman, / Sana hak verecek hey koca Sultan; / Bizdik utanmadan iftira atan, / Asrın en siyasî padişahına!

Çürük ipliğe hülya dizdiğini neden sonra anlayan bir nesil için Abdülhamid’in bilinçaltındaki sarsılmaz ve mutlak yeri bir türlü doldurulamamıştır. 1918’e gelindiğinde ise artık vatan işgale uğramış, Mütareke yılları ise Türk aydınının bilinçaltındaki “Baba” figürünü iyiden iyiye aşındırmış ve Ana’ya, yani toprağa, yani vatana ve vatanın, o Baba’nın terekesinden çıkan mirasına dönmek zorunda hissetmiştir kendisini. Nitekim Mütareke döneminde yazılanlara bakarsanız, Anadolu ve İstanbul’un “Baba”dan kalma mimari eserlerinin nasıl yeniden bir kimlik verici öge olarak adeta müştereken ve birdenbire hatırlandığına şahit olursunuz. Hamdullah Suphi’yi Süleymaniye Camii’ne, Nazım Hikmet’i Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ne koşturan ve bu camilerin ruhlarıyla dertleştiren, Tanpınar’ın deyişiyle Osmanlı’dan kalma her taşın değerini idrak etmelerine yol açan bir yetimlik psikolojisidir bu. Öksüzlük ise kapıdadır. Aslında Anadoluculuk akımının ortaya çıkışını hazırlayan sosyal ve psikolojik zemin bu şekilde oluşmuştur. Anadoluculuk, Hilafet ve Devlet’i temsil eden Baba’nın yerine Vatanı ikame etme gayreti olarak değerlendirilmelidir. Cumhuriyet’in ilk nesil aydınları, giden ve gelip gelmeyeceği bilinmeyen bir Baba’yı umutsuzca beklerken Ana’nın kucağında teselli aradılar. Onu bulup bulamadıkları konusunda ise rivayetler muhteliftir.

08.01.2002

Bir yanıt yazın