Bilinç koması
Belki fazla dikkatinizi çekmemiştir. Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu’nda (Ankara 1975), aydınımızın Tanzimat’tan beri bir bilinç koması içinde hareket ettiğini söyler. Bu koma, bilincinin öylesine derin düzeylerine işlemiştir ki, onun sonucunda yakalandığı aşağılık kompleksi, başka bir deyişle kendini küçük görme hastalığı, üzerinden 150 küsur yıl geçtiği halde bugün dahi yakasını bırakmamaktadır. Ne eskiden olduğu gibi kimliğine güveni kalmıştır, ne de Batı’yla hesaplaşmak suretiyle yeni bir tepkici olmayan kimlik üretebilmiştir. Sık sık en keskin virajları hiç yüksünmeden almamızın temelinde bu “köksüzlük kangreni” yatmaktadır.
Yağmur dergisinin 2. sayısında yayımlanan (Ocak-Şubat-Mart 1999, s. 44-47) “İki şehrin hikayesi” başlıklı yazımda, Namık Kemal ile Alman şairi Heinrich Heine’nin 30-40 yıl arayla gittikleri Londra’da nasıl birbirine taban tabana zıt neredeyse “iki ayrı şehir” diyebileceğimiz kadar farklı şehir izlenimleriyle döndüklerini metinlerini karşılaştırarak aktarmıştım. Bu gittikçe bana küçük gelmeye başlayan köşede size bu defa Paris ile ilgili muhtasar bir karşılaştırma sunacağım.
Biliyorsunuz Paris, Tanzimat’ın ilk nesli için medeniyetin Londra ile birlikte iki kıblesinden biriydi. Dönemindeki adlandırmayla bu “alafranga çelebiler”in Paris’i nasıl tasavvur ettiklerini bakın Hoca Tahsin Efendi nasıl resmediyor:
Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise
Aleme gelmiş sayılmazlar gitmeyenler Paris’e.
Beyitte dile getirilen tiplere Ahmed Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’sinden Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’ine kadar pek çok eserde rastlamak mümkün. Anlayacağınız, yabancımız değildir bu tipler.
Peki Peyami Safa’nın 1936’da Paris’i ilk gördüğünde uğradığı şaşkınlık ve hayranlık diğerlerinden farklı mı olmuştur? Ne gezer! Kendisine kulak verelim:
“Paris’te ve Avrupa’nın her büyük şehrinde, kaldırım, mağaza, meydan, cadde, yol, heykel, abide, her şey, maddeyi tefekkürün ve kavrayışın füshatine, semavi genişliğine bağlayan bir büyüklüktedir ve bu meydanlar, kafaların içindeki meydanlardır. Avrupa büyük ruhların ikametine salih olacak tarzda bina edilmiştir. Şehirde binalar ve abideler, dağ başlar ile rekabet etmek isteyen mimarların her adım başında bir diktikleri eserlerdir. Bu ulvilik ihtirası yalnız iki üç mabede münhasır kalmamıştır. Orada mevzuu ticaretten başka bir şey olmayan alelade mağazalar da, büyük katedrallerin Allah’a yakın olmak isteyen çan kuleleriyle bir hizadadır. Yükselmek ihtirası, rahiple tüccarı aynı hummanın şiddeti içine almıştır.” (Aktaran: Beşir Ayvazoğlu, Peyami, İst. 1998, s. 272.)
Peyami Safa gibi bizim de kafamızda Avrupa “tecezzi etmez” (bölünmez) bir bütündür. Sanki yekpare bir irade ve çıkar birliği mevcuttur orada. Avrupa bir kıta değil, “Avrupalı olmayan her şey’dir. Oysa gerçeklikten bunun kadar uzak bir tasavvur zor bulunur. Bir İskoçya ile İngiltere’nin, Hollanda ile Almanya’nın, hele hele İspanya ile Fransa’nın “aynı” Avrupa olduğu söylenebilir mi?
Gerçekten de İspanya’nın bir “Avrupalılaşma” problemini derinden derine yaşadığını söyleyen Ortega y Gasset, “Avrupa’yı İspanyollaştırmak” formülünü ortaya atan Unamuno ve Fransa’yı İspanya’nın “ezeli rakibi” olarak gören Juan (“huan” okunur) Goytisolo gibi aydınlar, “alafranga çelebilerimiz”in müştak ve hayran bakışları yerine eleştirel bir bilinçle yaklaştılar Avrupa’ya. Bakın Goytisolo Paris’e nasıl büyük bir soru çengeli asıyor:
Ona göre Paris, bireylerin yer altı mezarlarının “yalnızlığına ve isimsizliğine mahkum oldukları” muazzam bir mezarlıktır. İleri teknoloji çağının diğer megapolleri gibi bir ölüm biçimidir. Paris’in bir mezarlığı andıran çehresi aslında Avrupa’nın günümüzdeki tükenişiyle ilgilidir. Ona göre Avrupa bugün “tükenmiş, durağanlaşmış, neredeyse Mumyalar Müzesi’ne dönüşmüş, bitkisel hayata girmiş bir kültür”dür.
İlk gidişinde gerçi onun da Paris’in uyumlu, kozmopolit ve zarif görünümünden gözleri kamaşmıştır. Lakin gözündeki çekiciliğini yavaş yavaş yitirecektir. Dikkatini daha çok yabancı kökenli, melez, farklı kültür ve toplumların çarpışıp kaynaşmasıyla yozlaşmış ve doğurganlaşmış Paris’in kenar mahalleleri çekmeye başlamıştır. Paris onun gözünde, ancak medeniyetin feneri (bizimkilerin gözünde “kıblesi”) olmak iddiasından vazgeçtiği ve karmakarışık, saf olmayan, çoğulcu olduğu nisbette kendisini içinde rahat hissedeceği bir şehir olacaktır. Paris, zencilerin, Müslümanların, Çinlilerin, hasılı “farklı olan”ların yuvası olabildiği ölçüde gerçekten yaşayan bir şehir olacak ve mezarlık sessizliğinden uyanacaktır. Bu Paris ise bizim aydınlarımızın görmek istedikleri Paris’in tam tersi, hatta biraz garip olacak ama kendisinden kurtulmak için can attıkları Doğulu, Müslüman ve İstanbul aşısı yapılmış bir Paris’tir.
Girdiğimiz komadan uyanmak için bir serum işlevi görebilirse bu bakış, ne mutlu bana ve Goytisolo’ya!
Şeytana dair
Sayın Beşir Ayvazoğlu, eksik olmasın, önceki hafta “Şeytanı anlamak” başlıklı yazısında şeytana dair bazı denemelerim olduğundan söz ederek çalışmalarımın sürüp sürmediğini soruyordu. Şimdiye kadar farklı yerlerde 20’ye yakın yazım çıktı şeytan, trajik kişilik ve kötülükle ilgili. Bunların birkaç tanesinin de Zaman’da çıktığını dikkatli okuyucularım hatırlayacaklardır. (Mesela “Camideki şeytan” ve “Şeytan öldü mü?”). aslında çeşitli vesilelerle kaleme aldığım bu yazılar bir kitap olacak kıvama ulaşamadığı için konu üzerinde yeni yeni Doğu ve Batı kaynaklarından yararlanarak çalışmaya devam ediyorum. Gönlümde ilk fırsatta bir kitap çalışmasına girmek hep vardı; umarım Beşir ağabeyin yazısı bu fırsatın kapısını aralamama yardımcı olur.
Bu arada şeytan, özellikle daemon konusundaki yazılarımın kitaplaşması için beni ‘sıkıştıran’ sevgili Sadık Yalsızuçanlar’a da bu vesileyle teşekkürlerimi yollamak istiyorum. Her telefonu açışta “Daemon kitabı ne oldu?” diye soran Sadık’a uyduracak bahanem de kalmadı artık. Çaresiz, üşengeç kalemim bu defa şeytan gibi karmaşık ama aynı oranda da pek çok çarpıcı yolun kavşağında duran bir vadiye kanatlanacak galiba! (Yeri gelmişken Sadık Yalsızuçanlar’ın üç yeni kitabının çıktığını da hatırlatayım. Şule Yayınları’ndan çıkan kitaplar şunlar: Tarafsızlık Masalı (deneme), Halvet Der Encümen (öykü), Geçen Gün Ömürdendir (deneme).