Bir bilmece…

Bir bilmece…

“Soru: Dini hayat hakkında umumi olarak ne düşünüyorsunuz?

Cevap: “Din hayatı” diye bir şey yoktur. Bence hayat, din ile kaimdir. Hatta hayat dindir. Dini olmayan hayat yaşanmağa değmez.”

Bugünün, kalmışsa eğer, radikal İslamcılarının bile bu keskinlikte ifade etmekten kaçınacağı yukarıdaki ifadeler kime ait olabilir dersiniz? Necip Fazıl’a? Mehmet Akif’e? Yoksa Osman Yüksel Serdengeçti’ye mi?

Bilemediniz…

İsterseniz biraz ipucu vereyim.

Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nden beraber okuyalım:

“1890-4 Kasım 1968, doğumu Şam, ölümü İstanbul. İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdiği yılda (1909) yazarlığa başladı. Alemdar gazetesini çıkardı, siyasi sebepler yüzünden Sinop, Çorum ve Konya’da sürgün yaşadı (1914-1918). Milli Mücadele aleyhindeki yazılarından ötürü “Yüz ellilikler” listesine girdi, on beş yıl yurt dışında kaldı (1922-1938), af kanunu çıkınca İstanbul’a döndü. Yeni Sabah gazetesinde uzun yıllar sürmüş fıkra yazarlığına 1953’ten ölümüne kadar Milliyet gazetesinde devam etti. Bir kalp hastalığı ve felç yüzünden öldü, vasiyeti uyarınca Konya’ya götürülüp Mevlana türbesi karşısında Üçler Mezarlığı’na gömüldü…”

Son cümle üzerinde gözlerim birkaç kere gidip geldi elimde olmadan. Acayip. İstanbul’da ölen bir adam ne diye durup dururken Mevlana’nın yanı başına gömülmek istesin? Mevcut yazarlar sözlüklerinde de bu dikkatime kıymıklarını batırmış noktayı aydınlatacak bir açıklamaya rastlayamıyordum. Sonunda İbrahim Alaettin Gövsa’nın Türk Meşhurları Ansiklopedisi yetişti imdadıma (yine ne varsa bu eskilerde var mirim!):

“Babasının memurluklarda bulunduğu sırada Şam’da doğmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rumi torunlarından Ankara Valisi Ali Muhiddin Paşa’nın oğludur…”

Eh, şimdi bir parça aydınlanmıştı mesele. Demek ki kahramanımız Mevlana’nın torunlarındanmış. Başka bir deyişle bir “Çelebi” ile karşı karşıyaydım. Sonra arayışlarım beni onun hakkında yazılmış yazılar ile kendi yazılarından seçmeleri içeren Hilmi Yücebaş’ın kitabına götürüyor ve açtığım bir sayfada yine Mevlana’nın torunlarından “amcası” Veled Çelebi’nin tespitine göre kahramanımızın bu gönüller sultanının “yirminci göbekten oğlu” olduğu kayıtlıydı.

Babıali’nin son büyük “fıkra yazarı” (ben “köşe yazarı” ile “fıkra yazarı”nı birbirinden ayırmak gerektiği kanaatindeyim) kadrosunun başını çeken bu zat, ömrü boyunca canı pahasına inandığı davayı savunmak ve gerekirse muhalefet etmekten çekinmemiştir. Önce İttihad ve Terakki’ye, sonra Milli Mücadele’ye, daha sonra da CHP’ye karşı kalemini acımasızca sivriltmiş, en son çalıştığı Milliyet gazetesi 27 Mayıs darbesinin yanında yer alınca, çok sevdiği Menderes’i savunamayacağını fark etmiş (çünkü yazıları sık sık sansüre uğrar bu sırada) ve protesto maksadıyla o günden sonra siyasi mahiyette tek bir yazı dahi kaleme almamış, havadan sudan yazılar yazmış, toplumu bilgilendirirken eğlendiren, kendi deyişiyle geleneksel “meddahlık” rolüne yönelmiştir. Türk musikisi ve tiyatro alanında kendisine mahsus uzmanlıkları vardı. Hatta Adnan Adıvar’ı, hakkında kitap yazdığı Goethe’nin Faust adlı eserini anlamamakla eleştirdiği biliniyor. Uzun yıllar Fransa’da kalmış ve bu sürede edindiği derin Batı kültürünü, aileden gelen geleneksel kültürüyle harmanlamayı bilmiştir. Soyadı kanunu çıktığında Mevleviliğin meşhur “nay-ı kebir”inin Türkçesini soyadı olarak seçmiştir.

Neredeyse çocukluk arkadaşı olan Abdülbaki Gölpınarlı’nın, sonradan pişman olacağı ve bir “karalama” olarak değerlendireceği divan edebiyatına yekten hücum eden eseri Divan Edebiyatı Beyanındadır’a en şiddetli saldıranlardan birisi olmuştur.

Onun Milliyet’teki odası, görenlerin anlattığına göre tam bir şark köşesidir. Kuş kafesleri, cıvıl cıvıl öten kanaryalar, çay demleme, kahve pişirme tezgahı, elektrik ocağının üzerinde suyu kaynatmak üzere olan bir çaydanlık, çay bardakları, kahve fincanları, küçük büyük sıra sıra kaşıklar, istirahat için eski zaman zevkine göre hazırlanmış bir sedir… Duvarlarda en meşhur hattatların yazıları, bir kitap meşherini andıran kütüphanesi. Rivayete itibar edecek olursak, odasına gireceği zaman ayakkabısını çıkarır, terliklerini giyer, takım elbisesini çıkarıp ev kıyafetine benzer entari türünden rahat bir şeyler giyermiş üzerine ve öyle çalışmaya başlarmış. Kaloriferi sevmez, “kış gününün lalezarı” dediği mangalsız yapamazmış.

Bilebildiniz mi bu “Dini olmayan hayat yaşanmağa değmez” diyen ünlü yazarımızı?

Neyse, sizi fazla uğraştırmayayım:

Yeni harflerle isminin doğru dürüst yazılamayacağı gerekçesiyle yazılarında yalnız soyadını kullanan Refi’ Cevat Ulunay’dı bu kişi…

Kitap deliliği

Söz Refi’ Cevat Ulunay’dan açılmışken onun kitapla ilgili bir yazısından (Kitap Merakı) bir bölümü aktarmak istiyorum size:

“Kitap merakına bibliyofili, kitap deliliğine de bibliyomani derler…

Paris’te böyle bir kitap delisi gördüm ki bütün hayatı Milli Kütüphane’de geçerdi. Sabahleyin erken, kütüphanenin kapısında bekler, açılır açılmaz girer ve masasına giderek okumağa başlardı. Öğle tatili olduğu zaman adeta zorla çıkartırlar, uzağa gidemez, kütüphanenin karşısındaki mahalle bahçesinde bir mendile sarılı olarak getirdiği iki lop yumurtayı ekmeğine katık eder ve yine kütüphaneye koşardı. O, bir kitap meraklısından ziyade okuma delisi idi.

Acaba kendini dünyanın en büyük zevki olan mütalaaya verdiği için deli o mu idi? Yoksa “lüzumsuz eşya” diye baba yadigarı eserleri yok pahasına satanlar mı?

Eğer insanlar için mutlaka bir cinnet mukadderse ben birincisini tercih ederim.”

Hilmi Yücebaş, Ulunay: Hayatı-Hatıraları-Eserleri, İstanbul 1969, s. 248-249.

Bir cevap yazın