Osmanlı’nın en kuzeydeki burcu: Kamaniçe
Osmanlı Devleti’nin Kanuni’nin ölümünden sonra duraklamaya ve sonra gerilemeye başladığı iddiasının yedeğine çekilmiş gerekçelerden biri olarak artık padişahların ordularının başlarında sefere çıkmayışı gösterilir.
Bu iddiayı uzun uzadıya çürütmeye gerek yok, çünkü biliyoruz ki, torununun oğlu olan III. Mehmed, Eğri seferine ordusunun başında çıktığı tarihte Kanuni öleli 30 yıl olmuştu. Sultan II. Mustafa’nın ordusunun başında sefere çıktığı tarih ise 1697’dir, yani bu tarihte Kanuni’nin ölümünün üzerinden tam 131 yıl geçmiş bulunuyordu. Zenta’da yenilen Osmanlı ordusu, sadrazamlık mührü ve mehterhanesi dahil birçok değerli eşyasını savaş meydanında bıraktı, hatta az daha padişah bile esir düşecekti. İşte asıl yaşanan bu somut tehlike sonucundadır ki, padişahların artık seferde ordunun başında değil, mümkünse gerisinde kalması uygun görülmüştü. Yani bu bir gitmek istemeyişten kaynaklanmıyordu, zorunlu bir tedbirdi.
Biraz dikkatli bir tarih okumasının bize yepyeni perdeler açacağının bir numunesi olarak “Avcı” diye bildiğimiz IV. Mehmed’in, ordusunun başında çıktığı Kamaniçe seferini hatırlayalım mı?
Osmanlı seferlerinin hepsi yeterince ayrıntılı olarak yazılmış, hele hele üzerinde çalışılmış değildir. Kamaniçe seferi talihli seferlerimizden. Hem kesin bir başarı ile sonuçlandığından, hem de ayrıntıları hakkında birçok belge ve bilgi bulunduğundan.
Bir kere Antoine Galland’a, Edirne’den sefere çıkan ordunun ihtişamını bize sayfalar dolusu anlattığı için teşekkür borçluyuz. Şu itirafta bulunmuştu Galland: “Bu alay, hayatımda gördüğüm şeylerin en güzeliydi… Bunları insan zekâsına kavratabilecek yeterlilikte ve kuvvette bir söz söyleme gücü mevcut değildir.”
İkincisi de, bu sefer hakkında belgelere dayalı iki çalışma elimizde. Biri Mehmet İnbaşı’nın doğrudan bu seferi ele alan “Ukrayna’da Osmanlılar” (Yeditepe Yay.), öbürü ise sefer masraflarını inceleyen Halime Doğru’nun “Lehistan’da Bir Sultan” (Kitap Yay.) adlı kitapları.
Peki ne oldu Kamaniçe seferinde?
Ukrayna’ya saldıran Lehistan’a dersini vermek üzere harekete geçen Osmanlı ordusu, Edirne’den Karadeniz’in batı sahilini takip ederek kuzeye yöneldi ve yaklaşık 2,5 ayda Kamaniçe kalesi önüne ulaştı. Takvimler 17 Ağustos 1672’yi gösteriyordu. Önce usulen kaleyi teslim etmesi istendi komutandan. Ret cevabı gelince gülleler birbiri ardınca Kamaniçe surlarına yağmaya başladı.
Komutan Potocki 2 gün sonra teslim olmaya karar verir gibi yapmış, beyaz bayrak çekmişti. Ateşkes istiyorlardı, zira düşünmek için zamana ihtiyaçları vardı. Ancak bunun bir oyalama taktiği olduğu anlaşıldı çok geçmeden.
Bu arada bir yeniçeri, tek başına düşman tabyasına hücum etmiş ve o beklenen haberi geri getirmiş, silah ve barut mahzeninin yeri belirlenmişti. Şimdi düğümü çözülecekti Kamaniçe’nin. Aynı zamanda şair Nabi’nin de patronu olan Musahib Mustafa Paşa’nın emriyle toplar belirlenen noktaya ateş ederek mahzeni patlatmayı başarmıştı.
Kuşatmanın 6. günü yağmur yağdı. Çatışmalar devam ederken padişah üç kol halinde dizilmiş askerlerini ziyaret etti, onları cesaretlendirici konuşmalar yaptı, özellikle de yaralılarla yakından ilgilendi. Nihayet 25 Ağustos’ta büyük tabya ele geçirildi. İki serdengeçti kuleye tırmanıp ezan-ı Muhammedî’yle çınlattılar savaş alanını.
Osmanlı ordusunun artık ne denli profesyonelleştiği açıkça görülüyordu. Artık öyle top ve tüfekle atış yaparak işi şansa bırakmıyorlardı. Lağımcılar dört bir koldan toprağı kazıp tüneller açıyorlar ve kulelerin dibine patlayıcı maddeleri yerleştirdikten sonra dışarı çıkıp büyük bir gürültüyle yıkılan surları seyrediyorlardı. 26 Ağustos’ta Kamaniçe’nin alınamaz denilen muazzam kulesi, İkiz Kuleler gibi olduğu yere çökerken bütün toplar açılan surların içine ateşleniyordu. Ertesi gün 650 serdengeçti hücuma geçecekti ki, kalede beyaz bir bayrak göründü. Potocki, Osmanlı askerinin kararlılığını görmüş ve daha fazla kan dökülmeden teslim olmayı tercih etmişti.
O sırada ordugâhta bulunan hemşerim Nabi, kaleminin ucunu açmakla meşguldü. Sürur içinde bir tarih düşürdü ak kâğıda. Şöyle diyordu:
Târihini felekte melek yazdı Nâbiyâ
Düşdü Kamaniçe hısnına nûr-i Muhammedî.
(Ey Nabi, fetih tarihini gökteki melek yazdı/Kamaniçe kalesine Hz. Muhammed’in nuru düştü.)
Ne var ki, çok fazla kalamamışız Kamaniçe’de. Karlofça’da boşaltmışız. Şehir sadece 27 yıl Osmanlı düzenini tanıyabilmiş. Bugün Kamaniçe’de bir tek minaremiz var, camisiz, yalnız. Olsun, o ayakta kaldığı sürece kalbimizin vuruşlarından birkaçını gönderebiliriz kendisine.
Ne yazık ki, ilgilenmemişiz Ukrayna’daki eserlerimizle. Birkaç ay önce Şevçenko Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nün davetlisi olarak gitmiştim Kiev’e, orada bölüm başkanı Aleksandr Pidvoni ile tanıştım. Genç, azimli ve samimi bir akademisyen. Sohbetimiz arasında bana, “Kamaniçe ve Hotin’deki eserlerinizle neden ilgilenmiyorsunuz?” diye sorduğunda tokat yemiş gibi oldum. Sahiden niye? “Mesela Hotin’de bir caminiz var, yıkık vaziyette. Bu camiyi ihya etmeyi düşünmez mi Türkiye?” diye sorunca Aleksandr Bey, Ukrayna’da bir cami yapmanın kendilerini rahatsız edip etmeyeceğini merak ettim. “Ne rahatsızlığı” dedi gülerek, “eğer böyle bir işi başarırsam devlet bana madalya takar, madalya.”
Görüyorsunuz, biz kaçtıkça tarih üzerimize geliyor. O tarihin altında ezilmek istemiyorsak, kolları sıvamalıyız. Ama hepsinden önce şu Osmanlı’nın gerilediği saplantısından ve yenilmiş bir medeniyetin çocukları olduğumuz kompleksinden kurtulmalıyız. Unutmayalım ki, tarihçi Fernand Braudel’in dediği gibi, fethedilen milletler biraz da fethedilmeyi arzulamış olanlardır. m.armagan@zaman.com.tr
24 Şubat 2008, Pazar