Bir Osmanlı üst kimliği: Rumiler
Mevlana Celâleddin-i Rumi… Bu muhteşem insanın isim zincirindeki şu son kelime (Rumi), ne karın ağrıları çektirirdi bize. Mevlana gibi bir zirveye nasıl olurdu da ‘Rumi’, yani Rumluk isnat denilebilirdi?
Rum kökenli miydi yoksa bu ismi birileri kast-ı mahsusla mı ona yakıştırmışlardı? Yani bir h(a)inlik mi vardı işin içerisinde? Ya şu Rumeli, ‘suyun ötesi’ tabir edilen yer ismi neci oluyordu? Peki Rumelihisarı? Verecek başka isim mi bulamamışlardı? Fatih’in vezirlerinden Rum Mehmed Paşa’yı da nereye koyacağımızı bilemiyor ve bu adamı sadrazam yapmasını hiç mi hiç yakıştıramıyorduk yüce Sultan’a. Üstelik Üsküdar’da, Şemsi Paşa sırtlarında kapı gibi camisi Boğaz’ın lacivert atlasını asırlardır bir tülbent gibi süzüp dururken…
Zaman kağnısı geçtikçe köprülerden, sanat tarihinde “Rumi” denilen bir çeşit tezyinattan ve kullandıkları takvime dahi Rumi dediklerinden haberdar olacak, hayret dalgalarım gömgök kabaracaktı. Osmanların Yeşil Camii’nin giriş cephesinde henüz tamamlanmamış bir şekilde boynu bükük duran bitkisel süslemelere de “Rumi” demiş olmaları hazmedilebilir şey değildi.
Ama işte o cümleyi okuduğumda zihnimde uğultular başladı; bu dosdoğru bir kimlik tanımıydı. Rumilik, “Osmanlı” üst kimliğinin kurucu parçalarındandı. Bugün “Osmanlı” öznesine yakıştırdığımız görevlerin bir kısmını Osmanlılar Rumilere uzatıyor ve onlara ‘öz Osmanlılar’ gözüyle bakıyorlardı. Bir başka deyişle, Osmanlılık ideolojisinin teorisyenleri ve pratisyenleriydi Rumiler.
Velhasıl, belgelere bakıldığında bu cihan devletinin mutfağındaki gizli kadronun Rumiler olduğu anlaşılıyordu. ‘Rum’ genel olarak eski Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan kişi veya halk, demekti ve bugün bildiğimiz Helen kökenli Ortodoks mezhebine mensup Osmanlı tebası anlamından çok daha geniş bir bağlamda kullanılıyor, onunla özellikle Anadolu ve Rumeli topraklarında oturanlar kastediliyordu. Yani Mevlana, Anadolu’da (diyâr-ı Rûm’da) yaşadığı için ‘Rumî’ olarak adlandırılıyordu.
Az daha kalemimin kanatları oraya yeniden değmeyecek ve zihnimde uğultular başlatan cümlenin ne olduğunu söyleyemeyecektim. Cümle, Gelibolulu Mustafa Âli’ye ait. Şöyle diyordu bu 16. yüzyılın renkli ve hırslı aydını: “Rumiler güzide bir millet ve latif bir ümmettir.”
Fesüphanallah! Nasıl oluyordu da, bir Osmanlı aydını, kendi bünyelerindeki bir kesime ayrı bir “millet” ve “ümmet” muamelesi yapabiliyordu? Yani ‘Bir Osmanlı vardır, Osmanlı’dan içeru’ gibi bir şeydi miydi bu? Kimdi bu güzide, yani seçkin millet; ve kimdi bu latif, yani ‘hoş, yumuşak, narin, güzel ve mübarek’ ümmet? Bunun kestirme bir cevabı yok, tarihçi Salih Özbaran’a göre (“Bir Osmanlı Kimliği”, Kitap Yay., 2004). Belki saraydaki Enderun okulundan yetişen, Nedim’in bahsettiği o ‘haddeden geçmiş nezaket’in seçkin temsilcileri, velhasıl aydın Osmanlı efendileri olarak nitelenebilirler kabaca. Ancak fikir matkabımızı tarihin sağır duvarına değdirir değdirmez karşımıza çıkan öyle bir ‘Rumi’ tipi var ki, hayret nidalarımızı imkânı yok gizleyemiyoruz.
Halil İnalcık hoca, İngilizce “İslam Ansiklopedisi”nin 2. baskısına yazdığı “Rumi” maddesinde merakımızı ziyadesiyle gideriyor. Rumiler, henüz Osmanlı toprağı haline gelmemiş İslam ülkelerine gönüllü olarak giden ve oraya, gerek askerî örgütlenme ve silah yapım teknikleri, gerekse sosyal-kültürel normlar ve manevî değerler taşıyan, en önemlisi de, yeryüzünde yalnız olmadıklarını onlara gösteren Anadolulu gençlerdir. Nitekim bazı kaynaklarda Memluk yönetimindeki Mısır ve Arabistan yarımadasına Konya, Karaman, Siva, Amasya bölgelerinden giden Rumilerden bahsediliyor. Bunlar özellikle Portekizlilere karşı aciz duruma düşmüş Kızıldeniz limanları ile Yemen’deki Aden ve Hint yarımadasındaki Goa gibi liman şehirlerinde üslenerek Portekizli sömürgecilere karşı direnişi örgütleyen kahramanlar olmuşlar. Bazılarının Osmanlı’da epeyce gelişmiş olan top döküm teknolojisini bu ‘geri’ Müslümanlara, toplumlara öğretmek gibi bir misyonları da olduğu anlaşılıyor. Hatta Portekizlilerin deniz komutanı Rumilerden o derece yaka silkmiş ki, krala gönderdiği mektupta Rumilerden kurtulmadıkça Hint Okyanusu’nda rahat yüzü göremeyeceklerini yazmış.
1638’de Açe’de kaleme alınan Nureddin er-Ranirî’nin bir kitabı, Sultan-ı Rum’un, yani Osmanlı padişahının büyük toplar dökmeleri ve korunacakları kaleler yapmaları için Açe’ye gönderdiği Rumi gönüllülerden bahsetmektedir. Hatta hatırlarsınız, geçen yıl gazetelerden öğrendiğimiz kadarıyla, Açe halkı vaktiyle kendilerine yardıma gelen bu Rumileri hâlâ unutamıyor; onların hatıralarını, kendilerini kurtarmak ve korumak için gönderilmiş elmas hediyeler olarak bağrına basıyor imiş.
İşte bu Rumiler, yüzyıllar öncesinden Anadolu’nun sesi, nefesi, müşfik eli oldular İslam ülkelerinde. Yaralarını sardılar bu toplumların; bilmediklerini öğrettiler onlara; bildiklerini paylaştılar. Hem kendileri zenginleşti, hem de gittikleri diyara bir ruh üfleyip tarihin ana ırmağına dalıp kayboldular. Kayboldular mı sahi? Fedakârlığın destanları uzaklaşır mı sanıyorsunuz öyle kolay kolay? Biz uzaklaşmak istesek de, o, sahiplerini bulmakta fevkalade ustadır.
Bence o güzide millet ve o latif ümmet, bugün yine yollarda. Kimi Afrika’nın güneyinde, kimi Uzakdoğu’da; kimi Avustralya’da şu an yazı idrak ederken, kimi de Petersburg’da eksi 30 derecede yaşıyor. ‘Bu duygu, bu gayret, bu fedakârlık sevdası nereden geliyor?’ diyenlere en ikna edici cevap, bu toprakların ürettiği, yardıma muhtaç her ele uzanmaya ayarlı “barış köprüleri” oluyor; yani Rumiler.
Ne mutlu o günümüz Rumilerine ki, bu yüce insanlık pınarının hâlâ kurumadığını cümle âleme gösteriyorlar.
Do you want Search?
Random Post
Search