Bizans’ın Müslüman yüzleri

Bizans’ın Müslüman yüzleri
Ben doğmadan tam bin yıl önceydi. Bizans, 135 yıldır Müslümanların elinde bulunan Girit adasını ele geçirmek için son defa hücum ediyordu. Lakin Abbasiler, Akdeniz’de kurdukları alternatif şehir ağının merkezindeki bu adayı kolay teslim etmeyeceklerdi.
Adayı savunanların büyük bir kısmı, Halife Me’mun tarafından Girit’in fethedildiği yıl olan 826’da bir isyanı bastırmak amacıyla Endülüs’ten gemilerle getirilip adaya yerleştirilen Araplardan oluşuyordu.
Bizans, uzun mücadeleler sonunda fethetmişti Girit’i. Takvimler 961’i gösteriyordu. Adayı kahramanca savunan ünlü Arap komutanı Kurtubalı (Cordobalı) Emir Abdülaziz esir alınmış, çoluk çocuğuyla birlikte II. Romanus’un hüküm sürdüğü İstanbul’a götürülüyordu. Girit’in fethi, bir zafer şenliğini hak edecek kadar önemliydi Bizans için. İstanbul, yeni gelen Kurtubalı komutanı, ilk defa o zafer şenliğinde gördü. Elleri zincirliydi ama upuzun beyaz elbisesi Bizans’ta rastlanmayan türden, epeyce gösterişli bir şeydi. Yol boyunca toplanmış olan kalabalık, yalnız bu elleri zincirli mağrur komutanı değil, arkasından yürüyen hanımlarını ve çocuklarını da meraklı gözlerle izliyordu. Kara yağız bir delikanlı olan en büyük oğlu da ardı sıra geliyordu. Hal ve tavırlarının zarafeti seyircilerin dikkatini üzerinde topluyor, zafer geçidinin en görkemli tablosunu çiziyorlardı Konstantinopolis’in asırlık yollarına.
Rivayete göre İmparator bu değerli esire iltifat etmiş ve kendisine kötü davranılmamasını istemişti. Nitekim törenden sonra serbest bırakılan Emir Abdülaziz, Başkentin civarında bir arazi satın almış ve son günlerini burada huzur içerisinde geçirmişti. Evi, o sıralarda İstanbul’da var olduğunu bildiğimiz Arap tüccar kolonisinden dostlarıyla dolup taşıyordu. İnancına da karışılmamış, bir Müslüman olarak Ortodoksluğun merkezi Bizans’ın göbeğinde rahatsız edilmeden yaşamasına imkân tanınmıştı. 1899 tarihli “Bizans İstanbul’u” (Byzantine Constantinople) adlı kitabında bu bilgileri aktaran A. Van Millingen, Emir Abdülaziz için, eğer atalarının dininden çıkıp Hıristiyanlığa dönmüş olsaydı, rahatlıkla şehrin senatörlerinden biri olabilirdi, demektedir.
Emir Abdülaziz’in büyük oğlu ise Hıristiyan olmuş ve ismini Anemas olarak değiştirmişti. Senatörlüğe lâyık bir babanın soylu oğlu sıfatıyla İmparatorluk ordusuna rahatlıkla girmiş ve kısa zamanda yükselmeyi bilmişti. Zamanın Bizans İmparatorunun henüz Hıristiyan olmamış pagan Rus kuvvetlerini durdurmak için Silistre’ye gönderdiği ordunun ön saflarında Anemas da vardı. Nitekim 972 yılında yapılan bu savaşta cesaretiyle sivrilmiş ve Rus saflarına kahramanca hücum ederek Kral’la burun buruna gelmişti. Manzara gerçekten etkileyicidir: Kurtubalı Abdülaziz beyin Hıristiyan olan oğlu, o zaman henüz putperest olup sonradan Ortodoksluğun en büyük hâmisi olacak olan Rusların Kralıyla karşı karşıyadır. Amansız bir mücadele sonunda Kral’ın bir kılıç darbesiyle yere yığılmıştı Anemas; “şehid” (martir) olmuştu. Ne var ki, savaş Bizanslıların zaferiyle sonuçlanacaktır.
Emir Abdülaziz’in Endülüs kökeninden getirdiği kahraman ve şehitliğe susamış ruhu, torunlarına da miras kalacaktı. Mihael Anemas ve üç erkek kardeşi, Aleksius Komnenos devrinde soylarının şecaatini devam ettirmişlerdi. Bu arada İmparatora karşı bir darbe düzenleme işine adları karışmıştı. Ancak darbe planları ortaya çıkartılınca hapse mahkûm edilmiş ve daha da kötüsü, gözlerine mil çekilmesine karar verilmişti.
Mihael, tıpkı yıllar önce dedesi gibi halkın meraklı bakışları arasında şehrin zafer takının bulunduğu bugünkü Bayezit ile Aksaray arasındaki Mese Caddesi’nden geçiyordu. Siyah gözleri şehirlerin bu ölümsüz kraliçesini bir daha göremeyecek miydi? Halk gözlerini kaybedeceği için üzülüyordu bu cesur delikanlıya. İmparatorun bilgili ve merhametli kızı Anna Komnena, sarayın balkonundan bakarken Anemas’ın elleri zincirli halini görünce gözyaşlarına boğulmuş, delikanlıya karşı hâlâ mahiyeti tam olarak bilinmeyen bir gönül bağından dolayı onu kurtarmak için annesine koşmuştu. Zavallı Anemas’ın hali karşısında duygulanan Kraliçe de hemen saraya giderek kocasına ricada bulunmuş, sonunda hapis cezası baki kalmak şartıyla Anemas’ın gözlerine mil çekme cezasının kaldırıldığına dair imparatorun fermanını çıkartmayı başarmıştı. Ferman tam zamanında yetişmiştir. Mihael’in gözleri kurtulmuş ve bugünkü Ayvansaray civarındaki bir kuleye hapsedilmiştir. Kulenin içindeki zindan onun adıyla meşhur olmuş ve bu Kurtubalı Arabın torunu, Bizans’ın başkentine ismini silinmez bir hatıra olarak emanet bırakmıştır. Daha sonra bu hapishane Anemas Zindanı diye meşhur olacak ve asırlar boyu Konstantinopolis’in soylu mahkûmlarını ağırlayacaktır.
Şehirler böyledir işte! Bir hayattan veya mekândan yola çıkarsınız, bunların soğan zarları gibi iç içe örülü hikâyeleri, sizi çağların bu yerlerde nicedir birikmiş olan ve günün birinde kapağının açılmasını bekleyen uğultusuyla karşı karşıya getirir. Kurtuba’dan başlayan bir macera, kıtalar üzerinde bir şarapnel gibi parçalanarak Girit’e, İstanbul’a, Kiev’e sıçrayabilir. Değdiği her mekânda en azından bir çizik olsun bırakarak tarihin karanlık dehlizlerine doğru sırlı yolculuğuna devam eder.
Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu’ndaki müthiş sezgisi, şehrin mimarisinin anlamlı bir yazı gibi okunabileceğini varsayıyordu. Oysa sadece mimari sergisi değil, eski sâkinlerin hayat maceralarının sergilendiği büyük bir “heykeller galerisi” olarak da okunmayı beklemekte değil midir şehirler?

Bir cevap yazın