• Home
  • Genel
  • “Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir”

“Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir”

“Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir”
Fatih Sultan Mehmed, İtalya’dan İstanbul’a davet ettiği sanatçılardan ülkeleri hakkında istihbarat bilgileri de almaktaydı. Mesela Mateo di Pasti adlı sanatçı, Fatih’e bir mektup getirirken yakalanmış ve casusluk yapmakla yargılanmıştı. İşte bir Rönesans masalı…
Peri masalı gibi ama gerçek bir masal aslında bu. Masal oluşu şundan: Bizim beyinlerimiz öylesine dar ve karanlık bir mağara haline getirilmiş ki, bu dar ve karanlık mağaranın içerisine sığmıyor tarihimiz. Hele Fatih. Hiç…
Devam edelim mi biraz daha kafa göz yarmaya? Mesela İstanbul’a çağrılan Gentile Bellini (canım şu Fatih’in meşhur ve muhteşem tablosunu yapan İtalyan ressam), 10 ay kaldığı bu şehirde sultanla öylesine samimileşmişti ki, ara sıra onunla beraber gezmeye çıkar ve İstanbul sokaklarını beraberce arşınlarlardı. Mesela bir defasında bir mecnun yaklaşır ve padişahı yüzüne karşı övmeye başlar. Karşılığında da bir miktar ihsan ister. Ama Fatih para vermeye yanaşmaz; besbelli ki, hoşlanmamıştır adamın davranışından. Bellini sorar kendisine: Her insan övülmekten hoşlanır, neden para vermediniz adama? Fatih’in cevabı, onun kişiliğini bir ayna gibi yansıtacak nefasettedir: “Ben akıllı insanların beni övmesinden hoşlanırım; mecnunların değil.” (Politikacılarımıza müthiş bir ders gizli değil mi bu sözde?) Her neyse, işte bu Bellini’nin Fatih tarafından, samimiyetine binaen “Centile”nin kısaltması olarak “Janti” diye çağrıldığını yazıyor kaynaklar. Rönesans’ın büyük ressamı Bellini, Fatih’in “Janti”sidir, vesselam!
Size Jerry Brotton’dan söz etmiş miydim? Bu değerli İngiliz araştırmacısını bizim basınımız geçen yıl, yayınladığı bir belgeyle tanıdı. Brotton’un İngiliz arşivlerinden bulup çıkarttığı bu belgede 1588 yılında İngilizlerin İspanya’nın Yenilmez Armadası karşısında kazandıkları ilk zaferi, Cezayir’deki Osmanlı deniz kuvvetlerine borçlu olduğu yazılıydı. Yani İngilizlerin İspanya karşısında bellerini doğrultmaları bizim denizcilerimiz sayesinde gerçekleşmişti! (Bunlar neden bizde yazılıp çizilmez, anladınız kuşkusuz: Osmanlı’yı dünyaya kapalı bir kutu olarak kurgulayıp TC’nin bir benzerini -ama berbat bir benzerini- tarihin yaylalarına yaymak için. Aksi halde Osmanlı’nın ‘büyüklüğü’, ayağımızın altındaki halıyı çekip alabilirdi.) Brotton, Oxford Üniversitesi tarafından yayınlanan “The Renaissance Bazaar” adlı çarpıcı incelemesinde Rönesans’ın içerisindeki Osmanlı parmağını titizce deşifre ederek önümüze koyuyor bir şölen görkeminde. İşte kitaptan akla zarar bir alıntı. Siz karar verin bunu okuduktan sonra, kim Rönesans’ın tarafında, kim karşısında:
“Trabzonlu Yorgo (George) 1465 yılında Fatih’in yeni başkenti İstanbul’a vardı. Mehmed’in bilime düşkünlüğünü bilen Yorgo, klasik Yunan coğrafyacısı Batlamyus’un eserine bir sunuş yazıp onu sultana şu sözlerle ithaf etti: ‘Hayatımda bilge bir krala [Fatih’i kastediyor] hizmet etmekten ve en yüce meselelerde felsefe yapmaktan daha hayırlı bir şey olmadığını düşünerek.’ Yorgo, Aristo ile Eflatun’u karşılaştıran eserini de sultana takdim etti ve Fatih’e bir dizi mektup yazmak üzere Roma’ya döndü… Fakat Papa bu işlerden hiç mi hiç hoşlanmadı ve Yorgo’yu sultanla entelektüel flörtünden dolayı hapse attırdı.” Buyrun bakalım, Fatih mi daha ‘modern’, yoksa Papa cenapları mı?
Kılıcını kavramış çelik bilekli Fatih’i anlattığımız kadar, zarif avucunda kılıçlaşan bir kalem tutan Fatih’i de anlatmak, anlatmak ve anlatmak mecburiyetindeyiz artık. Asker Fatih, devlet adamı Fatih, stratej Fatih… Eyvallah ama aynı zamanda âlim Fatih, şair Fatih, sufi Fatih ve aydın Fatih’i de anlamak ve anlatmak gerekmez mi? Üstelik de bilgi çağında bizim Fatih’in bu yönüne olan ihtiyacımız daha fazla değil mi? Sadece kendimize değil, dünyaya da sunabileceğimiz bir model o. Halbuki soyuna ender rastlanan Fatih çapında bir öndere sahip olmak için varını yoğunu verebilecek nice ülke var yeryüzünde. Hem bunlar öyle üçüncü dünya ülkeleri değil; İngilizler ve Fransızlar için, Almanlar ve Amerikalılar için de bu böyle. Portekizlilerin elinde kralın biraderi Denizci Henry adlı Prens var Allah’tan da, ikide bir aydın yönetici diye onu önümüze sürerler. Ruslar Deli Petro ve II. Katerina’ya “Büyük” deyip yere göğe sığdıramıyorlar. Neden? Aydınlanmalarını başlattığı için. Keza Fransızlar Napolyon’u, defalarca yenilse bile modern Fransa’nın, hatta Avrupa’nın kurucusu saymakta bir beis görmezler.
Bunlar elbette Fatih’le benzer tarafları olan hükümdarlar. Lakin Fatih yine de çok farklı, yine de bir yığın kavranamayan yüzlere sahip, sabırla keşfedilmeyi bekliyor. Bunun için diyorum ki, Fatih’i fethetmemiz gerekiyor. Fatih’i fethetmek, yani yüzündeki perdeleri açmak, onun sır yumağı dünyasına seferler düzenlemek, içinde bulunduğumuz çağda acil bir ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor. Fatih sırlarıyla gitmişti malum. O gün bugündür bu sırları çözemedik. Bekliyoruz onları çözecek bir Fatih’i. Özlemle.
Geçtiğimiz çarşamba günü kendisini Maraş’ta rahmetle andığımız bir başka sır yumağı Necip Fazıl, “O manayı bul da bul / İlle İstanbul’da bul” derken bizlere bu sırrın adreslerinden birisini işaret etmiş bulunuyordu. Yine bir levha yapılacak güzellikteki o nefis yazısında Fatih’in ölmediğini, sadece sandukasının içine daha büyük fetihler için dersini çalışmaya girdiğini söylemesi, onun bu defaki fethinin “mefkûrevî bir fetih” olacağının altını altın kalemlerle çizmesi, su kadar ihtiyacımız olan bir teşhisti. Yazısını noktaladığı sözleriyse üzerine söz söylenemeyecek kadar vecizdir:
“Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir.”

Bir cevap yazın