Bush ve Osmanlı’da köleler, cariyeler…
Beyoğlu’nda İngilizce kitaplar satın aldığım kitapçıma, “Sahi, sizde Mr. Bush’un kitaplarından bulunur mu?” diye sorarken ümitsizdim doğrusu. Ama bilgisayarda Bush adına kayıtlı bir kitap gözüküyordu işte.
Yaklaşık 300 sayfalık kitabın ismi alaylardan alay beğen diyordu adeta: “Modern Devirlerde Kölelik” (Servitude in Modern Times). Fesuphanallah, yoksa ‘gizli Bush doktrini’ne mi ulaşmıştım farkına varmadan? Eğer öyleyse, bunu benden önce keşfetmemiş olanlar dertlerine yansındı. Şimdi Mr. Bush, kim bilir hangi gizli planlarını açıklayacak, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” için gerçekleştirmeye koyulduğu stratejinin hangi sırlarını ifşa edecekti bana? Satın aldığım kitap, koltuğumun altında fokurdayıp duruyordu. Beyoğlu’nun gürültülü cangılında kendime salim bir köşe aradım. Sonunda bir binanın teras katında, masalarında Hıristiyanlık propagandaları içeren broşürlerin bulunduğu bir kafeye oturdum. Arada bir başımı kitaptan kaldırıp Sultanahmet’i ve Kızkulesi’ni seyrederek elimde akkor haline gelmiş olan kitabı didiklemeye başladım. Bakalım Mr. Bush’un ‘modern devirlerde kölelik’ten muradı neymiş?
‘E bu basbayağı bilimsel bir inceleme!’ İlk tepkim bu oluyor. Kaynaklar, indeks, dipnotlar… Üstelik hiç de ideolojik bir bakışın esamisi okunmuyor kitapta: Spinoza’dan bir alıntıyla başlıyor ve köleleri kurbanlık koyunlar gibi görme anlayışının yanıltıcı olduğunu, aslında köleliğin hukukî ve pozitif bir “kurum” olarak ele alınması gerektiğini iddia ediyor. Hayret dalgalarımın kabardığını, gömleğime dökülen çaydan anlıyorum. Yahu ne diyor bu Mr. Bush?
Yazarımıza göre aslında kölelik dediğimizde tam olarak neyi kasdettiğimizi bilmeden uluorta konuşamazmışız. Hiç savaşta esir alınıp köle yapılan biriyle doğuştan köle olan ve toprakla birlikte alınıp satılan serfler aynı “köle” manşeti altında değerlendirilebilir miymiş? Ya borcundan dolayı kendi rızasıyla köle olan adam ile ölüm cezasına çarptırılıp da cezası ömür boyu köleliğe çevrilen kişi aynı köle kategorisinde yer alabilir miymiş? Bir de azim hatamız varmış ki, Bush onu hiç affetmiyor. Diyor ki ezcümle: Bizler köleliği, hürriyetsizlik olarak tanımlarız. Fakat bir insanın hürriyetinin olmaması, o insanın köleliğinin karakterini belirleyen bir şey olamaz. Bakın, Osmanlı’da “kul taifesi” var, hani şu devşirmeler… Bu kölelerin eline devletin kaderi teslim edilmiş, yeri gelince yarım milyonluk ordulara komutanlık etmişler, maiyetlerinde on binlerce köle bulundurmuşlar. Aslında devşirmelerin kendisi de, konaklarında bulaşıkları yıkayan halayık da köledir! İyi ama bu nasıl bir iştir ki, kölenin köleleri, hatta neredeyse ‘köle orduları’ olabilmektedir? İkisinin köleliği aynı “şey” olabilir mi? Dahası, ‘hür olmayışları’, onları birleştiren bir asgari müşterek sayılabilir mi?
‘Bu kitapta iş var azizim’ diyorum kendi kendime. Üstelik yazarımız, köleliğin “yaratıcı bir güç” olduğundan dem vuruyor, onu modern dünyayı inşa eden pozitif güçlerden birisi olarak ebeliyor. Köleleri hep efendilerinin kurbanları olarak ele almışız, halbuki kölelik hukukî (legal) bir kurummuş ve bir zamanlar takdim edildiğinden daha az haşin ve zannedildiğinden daha az kıyıcı olmuş. Sayfalar parmaklarımın arasından hızla kayıyor ve Osmanlı bahsinde soluklanıyor. Bakalım, diyorum, Osmanlı’daki kölelik hakkında neler diyecek Mr. Bush?
Osmanlı’da kölelik hakkında bir araştırma yapmış olan Daniel Pipes’a göre devşirme elitine (kul taifesine) köle denilemez. Bunların konumları çok farklıdır ve köle terimine yepyeni bir anlam kazandırmaktadır. Çünkü sonuçta hür insanlardır. Kamu hizmetinde çalışmakta, bürokraside görev almaktadırlar, inanılmaz genişlikte yetkilerle donatılmışlardır. Böyle köle mi olurmuş?
İlginç bir başka şey de, İslam’da köleliğin “köylü” değil, “şehirli” bir özellik arz etmesidir. Özellikle Afrika’dan Amerika’ya yollanan zenci kölelerin çok büyük bölümünün plantasyon kölesi olarak çalıştırılmasına, köylüleştirilmesine mukabil, İslam’da kölelerin küçük esnaf, hamal ve zanaatkâr olarak şehirlileştirildiğine dikkat çekiyor Bush. İslam’daki köleliğin, özellikle Osmanlı örneğine bakılırsa, eşi benzeri yoktur. Kölelik Osmanlı toplumunda tek bir yatay düzlem oluşturmaz. Aksine, hiyerarşik bir topluma uyum sağlayarak çeşitli kölelik biçimleri üretir. Mesela köleler geleceğin yöneticileri, bürokratları olarak titiz bir eğitim sürecinden geçirilir. Bu süreci alınlarının akıyla geçenler, sonunda güç ve servete gark edilir. En altta ise sahipli işçi köleler vardır ve bunlar köle sınıfının en garibanlarıdır. Nasıl hür insanlar olarak hepimiz toplumun en üst gelir ve güç diliminde yer bulamıyorsak, kölelerin de zengini ve fakiri, kendi içinde bir statü sıralaması oluyor. İslam dünyasındaki kölelerin durumunu Güney ve Kuzey Amerikalar’daki durumla kıyaslayan Bush, Müslümanların kölelerine daha insaflı muamele ettiklerini, bizzat Avrupalı seyyahların gözlemlerinden delillendiriyor. 19. yüzyılda Mısır ve Arabistan’a giden J. L. Burkhart, buralarda köleliğin kendisinin, isminden daha az ürkütücü olduğunu zikrediyor. Sudan’da 5 yıl geçiren G. Nachtigal ise İslam’ın her yerde kölelik kurumunu kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiş olmasından hayretler içinde kalmıştır.
Fakat Bush’un yakıcı bir tespiti var ki, onu nakletmezsem bu yazı tadından çok şey yitirir. Avrupalıların büyük bir hızla zencileri ve kahverengi derilileri köleleştirdiği bir çağda, Osmanlı Devleti köle ihtiyacının önemli bir kısmını Güney Rusya steplerinden ve beyaz ırktan karşılamaktadır. Zenci köleleri ev hayatına, beyaz köleleri ise eğitip kalifiye eleman olarak cariyeleri Harem’e, erkekleri de Enderun yoluyla devlet idaresine (seyfiyye), hatta bilim adamlığına (kalemiyye) yönlendiren, Müslümanlaştıran ve dolayısıyla ‘özgürleştiren’ Osmanlı’nın bu çarpıcı köle politikası, Avrupa’daki Osmanlı düşmanlığının en inatçı gerekçelerinden birisini oluşturmuştur. Avrupa, Osmanlı’yı işte bunun için, Beyaz Adam’ı köleleştirdiği için bir türlü affetmemiştir.
Başımı kitabın sayfalarından kaldırdığımda Sultanahmet ve Kızkulesi’nden yükselen ışıklar köpüren lacivert İstanbul semasını okşuyordu. Kitabın kapağına tekrar baktığımda yazar yerinde M. L. Bush yazıyordu: Manchester Metropolitan Üniversitesi’nde tarih profesörü M. L. Bush… ‘Neye niyet, neye kısmet’, dedim içimden ve evime doğru yürüdüm.
Do you want Search?
Random Post
Search