Çağdaş bilimsel mitoloji

Çağdaş bilimsel mitoloji 
Geçen hafta “Einstein’ın beyni”nden söz ederken, bilimin mucizevi odağı olarak bu beynin nasıl efsaneleştirildiğine ünlü Fransız düşünürü Roland Barthes’dan yararlanarak değinmiştim. Tabii asıl derdim, bilim ile bilimsel olanı, daha doğrusu bir faaliyet olan bilim ile efsaneleştirilmiş bilimi ayırt etmekti. Zira çağımızdaki enformasyon yüklemesi karşısında en büyükproblem, malumatın tasallutundan ferdin kendisini nasılkoruyacağı ve hakiki ile sahteyi nasıl ayırt edebileceğidir. Bu yazıda bir miktar bu konuyu deşelemeye ve bilimin mitoloji haline getirilmesine örnekler vermeye çalışacağım.

Barthes, Einstein’la ilgili bir başka noktayı tebarüz ettiriyor: Einstein, E = mc² denklemiyle (burada şüphesiz bu denklemin fizik alanındaki yetkinliğiyle ilgilenmiyoruz) popüler düzeyde binlerce yıllık bir “esrar”ın kapılarını açmış oluyordu insanlığın önüne. Dünyanın birkaç harften oluşan şifresi, simyanın, astrolojinin ve diğer gizli bilimlerin de aradığı bir şey değil miydi? “Einstein bu şifreyi neredeyse bulmuştur.” Bilimin büyüksıçramalar gerçekleştirdiği bir çağda gnostisizme tekrar bir dönüş! Bütün dünyanın sırlarını açığa çıkartabilecek ve “bir kilidin birdenbire açılıvermesi” gibi bize bilmediğimiz sırları sunabilecek bir formül arayışı, en azından sayıların esrarıyla uğraşan Pisagorculara kadar geri götürülebilecek bir tarihe sahiptir. ‘Biraz daha yaşasaydı evrenin bütün sırlarını çözecekti’ hayıflanması, işte Einstein’in beyni efsanesinin popüler düzeydeki çeşitlerinden birini oluşturmaktadır.

Demek ki bilim, karanlıklardan nurlu sabahlara akan bir kuyruklu yıldız ya da dokunduğu her alanı yıldızlara boğan bir sihirli değnek olmamasına rağmen insanlar onu böyle algılamaya teşnedir ve bilim hiçbir zaman yedeğinde taşıdığı efsane ve mitoloji boyutu olmadan yaşayamamıştır. İnsanın dünyası, kendisinden en fazla uzak gibi görünen bir alanı, bilimi bile kendi rengine boyamakta büyük hüner sahibidir.

Stephen Toulmin bunu sorgulayan bilim felsefecilerinden birisi. Bilimsel kavramların açıklayıcı ve mitolojik kullanımları arasında ayrım yapmanın eskiden beri zor olduğuna dikkat çeken Toulmin, Kopernik’in güneş -merkezli kozmolojisinin eski Batlamyusçu dünya– merkezli kozmoloji karşısında kazandığı başarının bilimsel olarak üstünlüğünden değil, astronomik meselelerin günlük hayat üzerinde etkisinin azaldığına ilişkin toplumsal bir kabulden kuvvet aldığını söylüyor. Yani bilimsel bir teori, bilimsel olmayan bir önkabul yüzünden benimsendi, matematiksel kesinliğinden dolayı değil.

Bir örnekle konuyu açıyor Toulmin. Fred Hoyle adlı astronom, kainatta bir ‘sürekli yaratma’ olduğundan söz ettiği zaman insanların, kafasında çakan şimşek , doğrudan doğruya Tevrat’ın “Tekvin Babı”na götürüyordu onları. Buradaki “yaratma” kavramı canlanıveriyordu hemen zihinlerinde. Oysa Hoyle’un kastettiğiçok daha karmaşık ve matematik hesaplarına dayanan bir problemdir. Bu tür algılama farkları, sonunda, Hoyle’u da baştan çıkarmıştır. Bir kitabının ‘bilimsel olmayan’ son sözünü , anlattıklarının insanlarda uyandırdığı dindarane rahatlığa kendisini bırakmasından dolayı kaleme aldığını söylemek gereğini duymuştur kendisi. Burada Hoyle’un bilim adamı kimliğinin popüler tavır tarafından kolayca nasıl ayartılabildiğine şahit oluyoruz.

Özetle, bilimin gölgesi gibi onunla birlikte ilerleyen ve sık sık da birbirine dolanan iki düşünce tarzı söz konusu: Birincisi, matematiksel ve deneysel bilim, ikincisi de bilimin efsaneleştirilmiş gölgesi. Zaman zaman (hele bizimki gibi ülkelerde) gölgenin asıldan öne geçtiğini ve onu kendi bünyesinde soğurduğunu (mass ettiğini) görmek bizi şaşırtmamalı. Zira bilim bir insan faaliyeti ise onun içine insanın zengin dünyası(merakları, ilgileri, sırları) da, din de, mitoloji de, iktidar ve ideoloji de sızacaktır. Nitekim modern bilimin kurucusu sıfatı ittifakla takdis edilen Newton’un ölümünden sonra notları arasında tam üç bin sayfalık simya etütleri çıkmış ve büyük şaşkınlığa sebep olmuştu!

Bir cevap yazın