Cep telefonu: Bir özgürlük masalı
Artık hepimiz tanıyoruz onu: Kovboy şapkalı, sırt çantalı, yanık yüzlü, macera arayan, masum ama aynı zamanda cilveli manevralarla peşindeki delikanlıyı atlatan reklamların “özgür kız”ından bahsediyorum.
Reklam, aslında ikili bir yapı üzerine oturuyor. Kılık kıyafet, müzik, özgür görüntüler, gelişmiş ve Amerikalı olmayı temsil ediyor. Mekânlar ve insanlar ise yerli, yani bizden. Böylece ileri, gelişmiş ve özgür dünyayı vaat ediyor ama bu özgürlük yapıştırma kağıdı gibi kalmış olsa, seyirci mesajı içine sindiremeyeceği için yerli bir fon olarak Türkiye manzaraları montajlanmış durumda.
Ne yabancı, ne yerli olduğu ve her iki yanılsamayı birden verebildiği içindir ki, reklam her yaştan insanın dikkatini çekmeyi başarıyor. Bir araştırmada ortaya konulduğu gibi, reklam, Türkiye’yi “bir başka yer” gibi algılatırken, bu ülkeden “gidemeyenler”e de bir fantezi sunuyor. Gelişmiş ülkelere “gidemeyenler”e, kendilerini, “burada” kalarak “orada” imiş gibi hissetme nimetini bahşeden bir aracın fantezisi: Cep telefonu ve hazır kart. Oysa, tam da özgür olmak için yola çıkan isimsiz kızın, sürekli telefonuyla oynayarak kendisini “bağımlı”, hatta “tutuklu” hale getirmeye çalıştığı da gözden kaçmıyor. Her bölümde birilerinin kendisine ulaşması için elinden geleni yaparak aslında cep telefonunun özgürlük yanılsamasını içeren bağımlılık kıskacına yakalanmakta gecikmiyor.
İletişim teknolojisi, özgürlük vaadiyle bizi avlıyor ama sonuçta daha büyük ölçekte bağımlı hale getiriyor. Karen Fogg örneği çok taze. Evimiz gibi gördüğümüz e–maillerimiz yolgeçen hanına dönüşebiliyorsa, internetin bizi özgürleştirdiğinden mi yoksa her türlü bilgimizi isteyenin kullanabildiği bir denetim alanına gömdüğünden mi söz etmek doğrudur acaba? Aslında insanların çok da özgür olmak istediklerini sanmıyorum. Hepimiz, kaos içinde tutunacak bir dal arıyoruz ve bu “dal”ı, iletişim teknolojisinde bulduğumuzu sanarak aldanmak “istiyoruz”. Cep telefonu kullanıcılarının da reklamlarda verilmek istendiği gibi “özgür” olmak gibi bir istekleri yok. Aslında “cep”le dayanışmacı toplum modelimize çok uygun bir araç bulmuş durumdayız: Birbirimizi denetlemek. Sanıyor musunuz ki, herkes “ben özgürüm” demek için cep telefonu ediniyor? Araştırmalar bunun tam aksini gösteriyor.
2000 yılında yapılan bir araştırmada, Türkiye’de cep telefonunun büyük ölçüde çevreyi, özellikle de aile fertlerini kontrol etmek (mesela eşlerin birbirlerini) ve başkaları tarafından kontrol edilmek (mesela gençlerin aileleri tarafından) amacıyla kullanıldığını ortaya koymuş durumda.
Kullanıcıların yüzde 34’ü “her istendiğinde kendisine ulaşılması”, yüzde 36’sı ise “aile fertlerine her an ulaşabilmek” amacıyla cep telefonu almışlar. Sonuç: Özgürleşmek yerine, özgürlüğümüzü daha çok kısıtlamak için kullanılan bir araç karşısındayız.
Asuman Suner’in Toplum ve Bilim’in Güz 2001 sayısında yayınlanan makalesi, meseleyi bütün vuzuhuyla ortaya koyuyor:
“Somut kullanım pratikleri açısından bakıldığında, ironik biçimde, cep telefonu… aslında “çekip gitmeyi”, “ortadan kaybolmayı”, özgürce hareket etmeyi” zorlaştıran bir araç gibi gözüküyor. Bu çerçevede, cep telefonunun sağladığı özgürlük ve hareketlilik, kısıtlılık ve denetimle birlikte geliyor. Cep telefonu kullanıcısı gönüllü olarak kendisini her arandığında bulunabileceği, her an nerede olduğu ve ne yaptığının başkaları tarafından sorgulanabileceği bir ağın içine yerleştiriyor. Bu da, insan nereye giderse gitsin ve ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın aslında hep ulaşılabilir bir yerlerde, yani “buralarda” olma durumu anlamına geliyor.”
Eflatun’un mağara istiaresi, güncelliğinden bir şey yitirmiş değil: Gölgeleri gerçek zannederek özgür olduğu zehabına kapılan tutsaklardan bir farkımız var mı?
19.02.2002