CHP’nin Atatürkçülüğü…

CHP’nin Atatürkçülüğü…
Hayır, bu zannettiğiniz gibi bana değil, Kemalist bir parti kurma çabasındaki Prof. Sina Akşin’e ait. Doğrusu kimin kafasından çıkmışsa tebrik ederim, buluş harika! Artık Atatürk ile CHP arasındaki bağın 1946’dan, hatta bence 1939’dan itibaren kopmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten bu bağ neydi ki! İsimden ibaret göstermelik bir bağ.
Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra İstiklal Mahkemesi’nce asılan Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in zehir gibi bir tespitini aktarayım da, CHP’yi eleştirmek için İdris Küçükömer’e referans vermek zorunda kalanların elini rahatlatayım. Şu kehanette bulunuyor Yusuf Ziya Bey 1924’te: “CHP ancak başındaki insanla [Atatürk’le] şahsiyet ve manasını alabilecek, bu insan fâni hayattan elini çektikten sonra, kendisine layık halefler bulamayınca varlığı da, icraatı da, hedefleri de keşmekeş içinde kalacaktır. Çünkü taşıdığı isme rağmen asla halka nüfuz edemeyecek, halkın olamayacaktır.”
Bana göre 1939 Nisan’ında yapılan genel seçimler, Atatürk’ün gerçek ölüm tarihidir. O zamana kadar Atatürk’ün seçtiği vekillerle çalışmaktan bizar olan İsmet İnönü, seçimi yeniletmiş ve kendi arzusuna göre bir meclis oluşturmuştu. İşte eğer Atatürkçülüğe yönelik bir “karşı devrim”den söz edeceksek, bunun miladını Nisan 1939’a almamız gerekir. Nitekim İnönü’nün, 5 ay içerisinde iki defa cumhurbaşkanlığına seçilmiş olmasının (biri Kasım 1938’de, ikincisi Nisan 1939’dadır) altında da bu derin gerçek yatmaktadır.
İşe bakın ki, İngiltere ve Fransa gibi iki emperyalist gücün yörüngesine girişimizin başlangıç tarihi 13 Nisan 1939, İnönü’nün Atatürk’ün vekillerini tasfiye ederek yeniden cumhurbaşkanı olduğu tarih ise 3 Nisan 1939’dur. 13 Nisan’da İngiltere ve Fransa bir saldırı halinde Türkiye’ye yardım sözü vermiş, İngiltere’nin Ortadoğu’da müttefiki olduğumuz ise 12 Mayıs 1939 deklarasyonuyla kesinleşmişti. Bilmeyenlere hatırlatalım, zaten aynı yılın haziran ayında Hatay’ın anavatana kavuşması da ‘emperyalizmin liberal kanadına hoş geldiniz’ şekerinden ibaretti. Böylece Türkiye’nin Almanya ve İtalya gibi faşist ülkelerin safına kayması önlenmiş ve ülkemiz Batı ittifakına doğru uzun yolculuğuna çıkmıştı.
Bütün bunlar göz önünde dururken, bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin hâlâ Dokuz Umde’ye göre kurulmuş ve emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri’nin devamı olarak gösterilmesi affedilmez bir yanılgıdır.
Üstelik Nisan 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından açıklanan ve CHP’nin kuruluş ilkelerini ifade eden Dokuz Umde’nin ikincisinde “Dayanağı TBMM olan Hilafet makamı, Müslümanlar arasında yüce bir makamdır” denilmekteydi. Yani CHP’nin kuruluş felsefesinde Hilafeti korumak da vardı ama biliyorsunuz, 11 ay sonra ne Halife kaldı, ne Hilafet. Şevket Süreyya Aydemir gibi Kemalistlerin sözde Atatürk biyografilerinde (”Tek Adam”) bu maddeyi atlayarak verme gayretkeşliklerini anlamamak mümkün mü? Akılları sıra belgeleri rötuşlayarak tarihin üzerine bir örtü çekecekler.
Nereye kadar bu yaşmaklı tarih? Nereye kadar?
Peki neden böyle oldu? Atatürk CHP’yi o Milli Mücadele Meclisinde gördüğümüz sivil ve demokratik ruhtan koparmadan 1930’lara götüremez miydi? Bence meselenin düğüm noktası burasıdır.
Bu sorunun açıklamasını nerede buluyoruz, biliyor musunuz? Halide Edip Adıvar’ın Afyon’da 1922 yılında Milli Mücadele’nin muzaffer komutanı Mustafa Kemal Paşa’ya sorduğu o sorunun cevabında. Halide Edip soruyor:
-İzmir’i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.
Mustafa Kemal:
-Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.
Halide Edip şaşırıyor:
– Niçin? O kadar yapılacak iş var ki!
– Ya bana karşı çıkmış olan adamlar?
– Bu bir millet meclisinde tabii değil mi?
“Burada gözleri tehlikeli bir surette parladı” diyor “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı ve Paşa’nın, mecliste kendisine muhalefet eden bir iki milletvekilinin ismini vererek onların linç edilmeye layık olduğunu söylediğini aktarıyor. Mustafa Kemal’in son cümlesi, 1926’ya kadar sürecek büyük tasfiye hareketinin pimini çeker gibidir:
– Bu mücadele bitince durum sıkıntılı olacak. Başka heyecanlı bir iş bulmalıyız Hanımefendi.
Gerçekten de 1926’ya gelindiğinde Milli Mücadele’ye beraber atıldığı kadrodan kimse kalmamıştır yanında. Ne Ali Fuat Cebesoy, ne Kâzım Karabekir, ne Rauf Orbay, ne Refet Bele, ne de Cafer Tayyar Eğilmez ve Sakallı Nurettin paşaları bulabilirsiniz Ankara’da. Mücadeleye sonradan katılmış, dolayısıyla Mustafa Kemal üzerinde herhangi bir etkide bulunamayacak bir kadro etrafını almış, daha sonra ona göbekten bağlı ikinci bir halka sur gibi kuşatmıştır Atatürk’ü. Yani Atatürk 1927’de “Nutuk”u okurken Kurtuluş Savaşı’na beraber başladığı kader arkadaşları ile beraber muhalif basın tamamen tasfiye edilmiş, sindirilmiş ve susturulmuş durumdaydı. Bu büyük kadronun başlattığı muhalefet hareketi, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) dahi kapatılmıştı. Halbuki Rauf Orbay’ın dediği gibi, eğer izin verilseydi hiç olmazsa bu parti aracılığıyla yürütme üzerinde bir kısım denetim gerçekleşecek ve bazı hakikatlerin dile getirilmesi mümkün olacaktı.
CHP işte bu suskunluk döneminde bir ahtapot gibi Türkiye’yi saracak, 1936’da parti-devlet bütünleşmesiyle Türkiye bir parti devleti haline gelecek ve Atatürk’ü de etkisizleştirecek, nihayet 1939 seçimleriyle ülkenin bütün kaynaklarının başına oturacaktı. Onuncu Yıl Marşı’nda on yılda 15 milyon genç yarattığından söz edilen bir ülke, 1945’te ABD’li Max Westen Thornburg’un, “madencilikte Hititlerden bile gerisiniz” uyarısına muhatap olacaktı. O tarihte Cumhuriyet 22 yaşındaydı. Yani hakikatleri bize ancak dışarıdakiler söyleyebiliyordu! Atatürkçülük afyonu böyle bir şeydi işte. m.armagan@zaman.com.tr

16 Aralık 2007, Pazar

Bir yanıt yazın