CHP’nin yalan rüzgârı

Mustafa Armağan

CHP Genel Başkanının başını geçtiği bir güruh her gün dozunu biraz daha artırarak yalan söyleme yarışına girdi. Bunlar her gün ilgililerce yalanlansa da, bir şey fark etmiyor ve mahut güruh ertesi gün özür dilemek şöyle dursun, daha büyük bir yalan söylemeye soyunuyor ve bu hemen her gün artarak devam ediyor. Atalarımız yalancının mumu yatsıya kadar yanar demiş ama CHPnin yatsı ezanı biraz fazla uzadı. İnşaallah selasını okumak, bir zamanlar farenin kediyle oynar gibi oynadığı milletimize nasip olacaktır.

Bu yalan rüzgarı dizisinin prodüktörlüğünün CHPnin aklına yeni geldiğini zannedebilirsiniz ama Allahtan tarih diye bir ilim ve onun bu köşedeki eğilip bükülmeyen tükenmez kalemleri var. Şimdi sizi 60 yıl kadar önceye götürecek ve o tarihte estirilen yalan rüzgârının veya iftira furyasının içinden birkaç solgun demet koyacağım. Bakalım naklettiklerimiz size de tanıdık gelecek mi?

Yalan 1: Darbe yapılmış ama meşruiyet kazandırmak için şöyle bir yalan haber ortaya atılmış: Güya 27 Mayıs Cuma günü saat 17de şehrin iki yönünden kalkacak iki insan topluluğu kan döke döke Beyazıttaki üniversite binasında toplanacak ve fitnenin kaynağı olarak gördükleri üniversiteyi yerle bir edecekmiş. Neyse ki darbe yapılmış da facia önlenmiş. Tabii ne böyle bir plan vardı ne de böyle bir teşebbüs. Maksat, darbenin meşruiyetini pekiştirmekti.

Yalan 2: Tarih 29 Mayıs 1960, darbeden iki gün sonra Son Saat gazetesinin kaynağı meçhul manşetinde şu cümle okunuyordu: Eski iktidar korkunç bir zindan hazırlamıştı. Güya ordu, basın mensupları ve ilim adamlarını Yassıadaya kapatmaya hazırlanmış DPliler. İşte darbe bu korkunç sonu önlemiş.

Yalan 3: İstanbulun Taşlıtarla semtinde (şimdi Gaziosmanpaşa ilçesi) parayla tutulan adamlara tam 7 bin silah ve askeri üniforma dağıtılmış. Güya bu silahlarla yüzlerce masum insanın kanı dökülecekmiş. Darbe bu teşebbüsü akim bırakmak için yapılmış.

Yalan 4: Hürriyet gazetesi darbeye yardım ve yataklık görevini şöyle yapmış: İzmir Savcısı Ömer Egeselin açıklamasına göre (sonradan Yassıada Başsavcısı olarak tayin edilecektir) DP iktidarının düşmesinden birkaç gün önce İzmir Orman Bölge Teşkilatına 5 bin mavzer ile 1 milyon mermi depo edilmesini emreden bir yazı gönderilmiş. Böylece Adliye de darbecilik oyununa katılmış oluyordu. (Sonradan anlaşıldı ki orman memurları her sene rutin olarak bu silahları jandarmadan ister ve onlarla yaban domuzlarını vururmuş.)

Yalan 5: Gün geçtikçe kuduran yalan imalatçıları Düşükler dedikleri DPlilerin Ankarada bir Gestapo teşkilatı kurduklarını ifşa ediyordu, vs.

Yalan 6: Gazete manşetlerinde şunlar okunuyordu: Öğrenci olaylarında ölenlerin cesetleri yem makinelerinde kıyılıp hayvan yemi yapıldı. /Öldürülenlerin cesetleri Et Balık Kurumunun buzhanesinden çıktı./Öldürülen öğrencilerin cesetleri ıssız yerlerdeki kuyulara atıldı.

Yalan 7: Güya darbeden önce yapılacak öğrenci yürüyüşüne karşı Cumhurbaşkanı Celal Bayar Harp Okulunu imha etmeyi planlamış. Tabii gazetelerde korkunç plan, sabıkların en hunhar planı, suikast tasarısı, 1500 Harbiyeli katledilecekti manşetleriyle arzıendam etmekte gecikmedi. Halbuki böyle bir plan yoktu, Bayarın ağzından çıkan kelime tenkil, yani bastırmadır ve Çankayadaki toplantıda bir fikir olarak dile getirilmiştir. Sonradan pişman olan Orhan Erkanlı hatıratında /Gerçekte böyle bir durum yoktu ve olamazdı/, diyecek ve ekleyecekti: Bir Cumhurbaşkanının kendi ordusuna subay yetiştiren bir okulu imha etmesi aklın almayacağı bir tasavvurdu. Kaderin cilvesi, birkaç sene, Talat Aydemir vakasında Harp Okulunu tanklarla kuşatıp darbeyi bastırma görevi o sırada darbe şakşakçılığı yapan İsmet İnönüye düşecekti. 

Ha, bu arada Bayar ve arkadaşları darbeden önce dört uçak dolusu mücevherle yurt dışına kaçacaklardı yalanını unutmayalım, zira 17/25 Aralık sırasında da gündeme getirildiğini hatırlayacaksınızdır.  

Kutu

Dilsizleştirme ve tarihsizleştirmenin bizi getirdiği nokta

*Tarih ve toplum birlikteliği sürecinde artık yıpranarak kullanım değerlerini yitirmiş olan kelimeler bireyler tarafından kendiliğinden tedavülden kaldırılır, tıpkı eskitilmiş, kullanım değeri kalmamış paralar gibi. Bu olması gereken doğal bir süreçtir, fakat bu toplumsal işleyişe dikkat edilmeyip dilde yaşamını ve varlığını sürdürmekte olan kelimeler zor kullanılarak o dilden atılırsa bu doğrudan doğruya bir tür, dil-sizleştirme cezası gibi bir uygulama olur. Bu cezanın bedelini ise, çok ilginçtir ki, ilk ödeyen o cezayı kesen iktidar değil, bizzat o toplumun Tarihi olur. O toplumun üyeleri kesilen dil cezasının bedelini taksitler halinde kendi Tarihlerini okuyup anlayamaz hale gelerek ödemeye başlarlar. Her geçen yıl onları kendi öz Tarihlerinden biraz daha uzaklaştırır ve sonunda da Tarih-sizleştirir. Zincirleme reaksiyon burada da bitmez tabii. Önce Dil-sizleştirilmiş sonra da Tarih-sizleştirilmiş toplumlarda bir süre sonra, Kendinden Nefret psikolojisi ve Ters Empati diye bilinen kendi tarihsel-toplumsal ve ulusal kimliğinden çıkıp başkaları tarafından empoze edilen sahte (fake) kimliklere bürünme eğilimleri güçlenir, bu eğilimler özellikle gençler arasında yaygınlaştırılarak, Moda (Trend) haline gelir. Bu toplumda veya cemaatte Kendinden Nefret veya Ters Empati psikolojisinin bilerek ya da bilmeyerek dilde ve yazıda –bu da ayrı bir konudur ama ona şimdilik girmeyeyim- yaygınlaştırılmış olması o toplum için çok tehlikeli gelişmelerin başlangıcı olur. O topluma veya ülkeye veya devlete karşı şu ya da bu nedenlerle husumet, kin veya intikam duygularıyla hareket eden birtakım yabancı devletler veya güçler, oluşturulan bu ortamda kendi Asimetrik Psikolojik Savaş Taktiklerini uygulamaya sokarlar. Nasıl olsa o toplumda artık kimse kimseyi dinlememekte ya da dinlemek istese de anlaşamamaktadır. Kimse kimseye güvenmemekte, kurumları ise artık işlevsiz görmektedir. Bu açmazın sonunda kavramlara kendi örgütsel ve cemaatsel ama kesinlikle bilimdışı yorumlarını yüklemiş olan taraflar birbirlerine her soydan ve boydan araçlarla saldırırlar ve kendi kavramlarını kabul ettirmeyi Tek Yol olarak meşru savunma addederler. Son 40 yılın Türkiyesi, özetin özetiyle aktardığım şu oluşumun canlı kanıtıdır.* 

Aytunç Altundal, Devlet ve Kimlik, İstanbul, 2011, Destek Yayınları, s. 16-18.

Bir yanıt yazın