Çocukluğun unutulan dili

Çocukluğun unutulan dili
Geçen haftaki yazımda modern toplumun fertlerinin ordu gibi katı ve standart bir eğitime tabi tutulmuş olmasının modern çocukluk paradigmasının oluşumundaki payını ele almış ve bu eğitim anlayışının bütün toplumu ulemalaştırırken, çocukluk diye ‘henüz tam anlamıyla normalleşmemiş’ bir ara kategoriyi ürettiğine değinmiştim.

Bunun bir nevi simyacılığa benzediğini söyleyen Ivan Illich haklı olmalı. Zira bir simyacı vaktiyle nasıl farklı gelişmişlik düzeylerindeki madenleri ideal ve standart maden olan altına kalbetmeyi hedefliyor idiyse, modern eğitim sistemi de çağımızda, bir hadis-i şerifte dile getirildiği gibi, her insanın farklı madenler gibi olan karakterlerini iyi öğrenci-iyi yurttaş (“uysal yurttaş” da diyebilirdik buna) standardına göre yeniden biçimlendirmekte, “eğitim” kelimesinin kök anlamı göz önünde tutulursa çocuğu “yaşken eğmekte”dir.

Modern ulus-devletin neredeyse en büyük amacı, bütün toplumu örgün eğitim yoluyla aynı hizaya getirmekti. Toplumun bu standart eğitim yoluyla ‘ulemalaşması’ sonucunda ulaşılan nokta, Kürşat Bumin’in deyişiyle okulun avlusunun toplumu ve ülkeyi kuşatacak kadar genişlemesi, buna mukabil, devlet ya da iktidarın nüfuz alanının da aynı kuşatmadan yararlanarak genişleme imkanı bulmasıdır. Modern öncesi dönemde hem nüfusun epeyce küçük bir kesimini kapsayan, hem de tek tip olmayıp çoğul olan hoca-talebe eksenli eğitim sisteminde denetimden kaçmaya elverişli unsurlar, farklı güç odaklarını temsil eden merkezkaç kuvvetler de büyük okul içine kapatılabilmiş ve toplum bir zar gibi sarılmıştı modern devlet tarafından.

Çocukluğun da bu “büyük kapatma”dan nasibini alması mukadderdi.

Peki bugün içine kilitlendiği bu tutsaklıktan kurtuluşu söz konusu olabilecek mi çocukluğun? Onun yine kendisi olarak, bir özne (fail) kimliğiyle yeniden kuruluşuna, ayağa kalkışına şahit olabilecek miyiz bir daha?

Buna evet diyenler giderek artıyor günümüzde. Mustafa Ruhi Şirin bu iyimserlerden biri. Nice zamandır çocukluğu bir dünya görüşü olarak yeniden konumlandırmaya ve çocuğu yeniden keşfetmeye giriştiği yazılarından birinde çocuğun ev ile olan deruni bağından yola çıkarak onun bütün bu topyekün esaret şartlarında özgürleştirici bir kimlik olarak yeniden nasıl kurulabileceğinin ipuçlarını uzatıyor önümüze, tıpkı mitolojideki Ariadne’nin Theseus’a mağarada kaybolmaması için uzattığı iz-ipi gibi:

“Çocukluğun bir kere yaşanacağının, tekrarı olmadığının bilincindesiniz. Çocukluğun evrensel gerçeğin odağı ve varoluşun asıl cevheri olduğunu kabul ediyorsunuz. İki dünya arasında hakiki cennetin ışığını, kokusunu, sevincini sembolik cennete, çocukluğun ilk cenneti olan ev’e ve tekmil dünyaya akıtmaya talipsiniz. Yani dünyayı çirkinliklerden kurtarmak istiyorsunuz, kararlısınız. O halde bütün çocuk renklerinin şarkılaştırdığı alkışlar göğe yükseliyor, duyuyor musunuz?… Bir tahterevallideyiz; biri büyük biri küçük iki ev arasında. Büyük ev’den güzellik ırmaklarını çocuk akıtır küçük ev’e. Küçük ev’in içi dışı ne kadar güzel olursa olsun asıl ev’i cennete dönüştüren, evi ve dünyayı süsleyen çocuktur… Dünyayı ayakta tutan öz de, büyük felsefe de bu.” (*)

Çocuğun günümüz için taşıdığı mesajı can damarından yakalayan bu satırların ardından söylenecek fazla bir şey kalmadığını zannediyorum.

Çocukluğun tıpkı delilik, hastalık, suçluluk gibi iyileştirilmesi ve normalleştirilmesi gereken bir anormal dönem olarak kabul edildiği Foucault’nun deyişiyle bu “büyük kapatma” günlerinde çocuğa da, çocukluk üzerine düşünen insanlara da ne kadar ihtiyacımız olduğu yeterince açık gibi geliyor bana.

(*) Çocuk Yüzlü Yazılar, İz: 1997, s. 30-31

Bir yanıt yazın