Cumhuriyet’i kuran irade

Cumhuriyet’i kuran irade
“Buhran”, Arapça ateşli hastalık demek; Batı dillerindeki “kriz”i karşılamak üzere Tanzimat’tan sonra icad edilmiş bir terim. Biz de sonradan “bunalmak” fiilinden “bunalım”ı türetmişiz karşılık olarak. Yine de, Türkiye bağlamında düşündüğümde yaşadıklarımızın bir “buhran” alameti olması daha makul ve mantıklı geliyor bana.

Türkiye’de rejim tartışmaları ne zaman buhran düzeyine çıksa, hemen başlangıca dönülür ve şu iki iddia birbiriyle çatışır: “Cumhuriyet’i zaten askerler kurdu, Cumhuriyet onların eseridir, dolayısıyla müdahaleye hakları vardır.” Buna karşılık, “Türkiye Cumhuriyeti askerlerce kurulduğu için ‘askeri bir cumhuriyet’tir, böyle bir cumhuriyetten hayır gelmez. Biz bugün ‘sivil bir Cumhuriyet’ kurmalıyız”, tezi ortaya atılır. Sonuçları itibariyle birbirine taban tabana zıt olan her iki tezde de ortak kabul gören nokta, Cumhuriyet’i askerlerin kurduğudur. Oysa “Askerler kurdu kötü oldu.” demek kadar “Askerler kurdu iyi oldu.” demek de bizi yanlış sonuçlara götürmektedir.

Tarih hakkında yanlış bilgi üzerine kurulan hatalı yorumların bize getirdiği çoraklığı iyi bilirsek, hatalarımızın farkına daha iyi varırız sanıyorum. Çok sözü edilen özgürleşmenin ilk şartı, görünenin ardındakini bilmek, bilgisizliğin zihinlerimize örttüğü şalı açmaktır. Öyleyse bir bilene danışalım ve işin esasını, görünmeyen yüzünü biraz kazıyalım. Bakalım alttan çıkacak portreyi tanıdık bulacak mısınız?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Bülent Tanör, bir konuşmasında Cumhuriyet’in kuruluşunu 1921 Anayasası’na, hatta 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışına kadar geri götürür. Anayasa yapan ve Türkiye Devleti’ni ilan eden birinci meclis, devletin kurucusudur. Devleti kuran bu mecliste asker üye sayısı topu topu 15’tir. Bütün yetkileri “nefsinde” toplayan bu meclis, hükümet kurduğunda adı TBMM Hükümeti olmakta, ordu kurduğunda ise adı TBMM Orduları olmaktadır. Meclis kurulmadan önce bir ordu bulunmadığına dikkat çeken Tanör, “Ordu devletten önce gelmemiş, siyasal bir güç olarak devlet orduyu oluşturmuştur.” demektedir. Nitekim Mustafa Kemal, başkumandanlık yetkilerini meclisten alana kadar ne kadar zorlandığını Nutuk’ta kendisi anlatmaktadır. Tanör’e göre Osmanlı-Türk anayasal ve siyasal hayatında, sivil otoritenin askeri alanı bu kadar denetim ve gözetim altında tuttuğu bunun gibi bir dönem yaşanmamıştır.

Cumhuriyet de askerler tarafından değil, sivil otorite olan Meclis tarafından ilan edilmiştir. Nitekim ikinci mecliste asker üye bulunmaması şartı getirilmiş ve asker milletvekillerinden kışlalarına dönmek ya da istifa ederek mecliste kalmak şıklarından birisini seçmeleri istenmiştir. Kurtuluş Savaşı öncesinde Anadolu ve Rumeli’deki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, teşkil ettikleri askeri birliklerin başına eşraftan sivil kişileri geçirmişlerdir. Hatta bu sivil komutanların sadece denetlenmesini yeterli görmeyerek, icabında değiştirilme yetkisinin mahalli kongrelerde bulunması gerektiğini dile getiren Alaşehir Kongresi’nin Salihli delegesi Zaid Molla gibi din adamları da vardır.

Demek ki, diyor Prof. Tanör, TC’ye giden yol, zannedildiği gibi tepeden inme ve asker çizmeleriyle kat edilmiş olmayıp tam tersine aşağıdan yukarıya, sivil karakterli ve temsili demokrasiye dayanarak gerçekleştirilmiştir. TC’nin “otoriterleşmesi”nin 1925’ten sonra başladığına dikkat çeken Tanör, otoriterlik ile militerlik arasındaki farkın atlanmaması gerektiğini de belirtir. Tamam, Meclis güdümlüdür ve ülke otoriter bir şekilde yönetilmekte, Tek Parti’nin mutlak egemenliği kurulmaktadır; ama sonuçta rejim askeri bir rejim değil, sivil kurumlara dayanan bir rejimdir. Atatürk, savaştan sonra büyük bir ustalıkla askeri kışlasına sokmuş ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın “emin elleri”ne tevdi etmiştir.

Mustafa Kemal’in daha 1910’da (Meşrutiyet’in ikinci yılında), İttihat ve Terakki Kongresi’nde askeri siyasetten ayırmak gerektiğini söylediğini ifade eden Mete Tunçay ise Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Atatürk’ün orduya bilinçli olarak büyük yatırımlar yapmadığına dikkat çekiyor. Çünkü Atatürk, II. Meşrutiyet yıllarındaki kargaşadan büyük dersler çıkarmıştır.

Sizi bilmem; ama bunları okuyunca hem şaşırdım, hem de hayret ettim bunca zamandır tersini düşünmeye nasıl şartlandırıldığıma!

Prof. Dr. Bülent Tanör’ün konuşması Türkiye Sorunlarına Çözüm Arayışları (Boyut Yayınları, İstanbul 1995) adlı kitapta yer almaktadır (s. 17-24). Neşe Düzel’in Mete Tunçay’la konuşması ise Yeni Yüzyıl’ın 20 Temmuz 1998 tarihli nüshasında çıkmıştır.

Bir yanıt yazın