Cumhuriyetimiz 300 yaşında!

Cumhuriyetimiz 300 yaşında!
İki şey var ki, geçmişimizin olduğu kadar bugünümüzün de üzerine kalın bir örtü çekiyor. Birincisi “gerileme”, ikincisi de “despotizm”. Aslında bu iki ‘kavramsal hapishane’ de birbiriyle derinden ilişkili.
Son 300 yıldır, Viyana bozgunundan itibaren ele gelir hemen hiçbir şey ortaya koyamadığımız ve irademizin Avrupa’nın eline geçtiği iddiasını o kadar kesin bir üslupla dile getiriyorlar ki, onu bir “iddia” değil, tarihin ta kendisi zannettirmeyi başarıyorlar.
Osmanlı’nın despotizmle yönetildiği, padişahların astığı astık, kestiği kestik despotlar olduğu, bu despotizm geleneğinin Cumhuriyet’in içinden geçerek bugüne kadar geldiği ve demokrasi yolunda bir türlü görkemli adımlar atamayışımızın temelinde iliklerimize işlemiş bulunan bu despotik geleneğin bulunduğu her Allah’ın günü tekrarlanıyor. Bu kadar tekrarlanınca da, ister istemez kendi söylediğimiz yalanlara inanmaya başlıyoruz.
Bu iddialar genel kabul gördüğünde büyüleyici bir tesir yapıyor üzerimizde. Kendimizi gerilemenin son halkası ve iflah olmaz bir despotizmin kulları olarak resmetmeye başlıyoruz. Kendi dilimizle kendimizi köleleştiriyor, ayaklarımıza bukağıyı kendi ellerimizle vuruyoruz.
Kelimeler önemlidir. Özgürleştiren kelimeler kadar zincire vuran kelimeler de vardır ve gerileme ile despotizm bu sonuncu gruptandır.
Tarih bizi özgürleştireceğine köle ruhlu insanlar haline getiriyor, şeklimizi şemailimizi çarpık çurpuk ediyorsa o zaman tarihi de tepeden tırnağa sorgulamaya açmamız lazım gelmez mi? Zira tarih sadece geçmişte “gerçekten” neler olup bittiğini öğrenmek demek değildir. Aynı zamanda geçmişten bugüne hangi karakterlerin, damarların, mecraların açılmış olduğunu da öğretir bize. Bir yerde geçmişte yaşayanların başından geçenleri okudukça kendimizi okumuş oluruz. Kendimizi tarih denilen devasa çayıra salar ve ondan bugüne yansımalar toplarız.
Görünüşte bugünün geçmişe doğru bir uzantısı gibi durur tarih. Oysa üzerindeki kabuğu soyup da altına bakmaya başladınız mı, o pek aşina gelen yüzler karanlığa dalar ve yabancı yüzlerle geri dönerler. Kendi yurdunuz zannettiğiniz geçmiş, ecnebi bir memlekete döner. Ya da aslında o zamana kadar yollarını adımladığınız geçmişin ecnebi bir memleket olduğunu, asıl şimdi kendi ülkenize döndüğünüzü fark edersiniz.
Büyü bozulmuştur ve yeni yüzlerin hikâyesini yazmak boynunuzun borcudur.
İşte size “gerileme” ve “despotizm” yalanlarını çürüten koca bir örnek: 1703 Edirne Vak’ası.
Osmanlı tarihlerinde “hain” ve “nankör” yeniçerilerin veya “fitneciler”in marifetlerinden biri olarak zikredilen bu olay, aslında Osmanlı toplum yapısının 18. yüzyıl başında arz ettiği manzaraya dair son derece öğretici olaylarla doludur.
İstanbul’da esnaf, yeniçeriler, bürokratlar, ulema, kısacası başkent sakinleri, uzun bir ihmal edilmişlik döneminin ardından Edirne’de oturan padişah II. Mustafa’ya kendi meseleleriyle ilgilenmesi için müracaat ederler. Ancak padişahı halktan tecrit eden demir duvarı delemezler bir türlü. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, padişahı Edirne’de bloke etmiştir (büyü yaptığı bile söylenir). Toplumsal taleplere çözüm mekanizmasının başında bulunan padişahın bu şekilde enterne edilmiş olması bir süre sonra setin arkasında biriken taleplerin patlamasıyla sonuçlanacaktır.
1703 tarihinde Naimâ’nın deyişiyle “sonsuz bir denize” benzeyen onbinler, İstanbul’dan Edirne’ye yürüyüşe geçerler. Padişahla “pazarlık” yapmaktır gayeleri. İstanbul’da kendi aralarında kararlaştırdıkları yöneticilerin tayin edilmesini, vergilerin düşürülmesini ve padişahın artık Edirne’de değil, İstanbul’da oturmasını istemektedirler. Sonuçta II. Mustafa tahttan indirilir ve bu cemiyetin isteklerini kabul ettiğini bildirip İstanbul’da oturacağına söz vermek şartıyla III. Ahmed tahta çıkarılır. Böylece İstanbul’a yatırımların artacağı Lale Devri’nin tohumları Edirne’de atılmış olur.
Tarihçi Naimâ’ya göre Edirne toplantısında, Çalık Ahmed adlı yeniçeri ağası, saltanatın kaldırılabileceğini ve bir “cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti”, yani halkın seçimine dayalı bir yönetim şeklinin getirilebileceğini söylemiştir. Bu sözün içerdiği radikallikten ürken tarihçimiz, Ahmed Ağa’yı fesat çıkarmakla itham ederek üzerini kapatır olayın. Ama laf bir kere ağızdan çıkmıştır.
18. yüzyıl başındayız ve Fransız İhtilali’ne tam 86 yıl var.
Osmanlı Devleti bünyesinde bir yeniçeri ağası, Cumhuriyet’ten, seçimden bahsediyor. Bu bir tesadüf olabilir mi? Olmadığını 17 Ağustos 1703 Edirne toplantısını 23 Nisan 1920 Ankara toplantısına bağlayan 200 küsur yıllık paslı zinciri o yabancı ülkeden geri getirdiğimizde daha iyi fark edeceğiz.
Cumhuriyetimizin kökleri, tam 300 yıl önce, bir ağustos günü Edirne’de atılmıştı.

3 Comments

  • ahmet özçalık

    31 Mart 2011 at 22:16

    Ağzınıza sağlık Mustafa hocam ,”1703 edirne vakas-ı”olayındaki asıl patlayışın nedenlerini ve sonuçalarını küçük bir yazıda sıralayıvermişsiniz.Bu yazınızı zaman gazetesinde de çıktığı gün okuma fırsatım olmuştu ve bir sonraki karşılaşma burası olsa gerekmiş.Çalık ahmet ağa, tarihçi Naima’nın dediği gibi fitne ve fesat çıkaran biri değil ,yalnızca İstanbul’da devrin reaya’sının arzu ve isteklerini Edirne sarayına iletmekle yükümlü bir paşadır.Bunun adı günümüzde darbe olsa da o devre göre kaçınılmaz bir sondu.

    Cevapla
  • MustafaKoçak

    8 Mayıs 2011 at 21:27

    Amasya Genelgesi’nde ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır denilmesi karşısında bunun altında bir cumhuriyet fikrinin olabileceği tedirginliğini yaşayan Rauf ve Refet beyler ya ürkerek imza atmış ya da paraf. Yıl kaç;1919.Tamam artık gücü kalmadı denilen bir padişahın döneminde bile ulus egemenliğinden imtina edilirken cumhuriyeti 300 sene önceye çekmek nasıl bir hayal gücüdür? J.J. Russoların mı var Voltair ya da Monteskiölerin mi o dönemde? Hangi teorisyenle yapacaksın bu işi? III. Selim’in reisülküttabı Atıf Efendi yukarıdaki olaydan yaklaşık 90 yıl sonra Fransa’yı gezer ve padişaha sunduğu layihada ihtilali şöyle özetler. Fransa’da ayaklar baş başlar ayak olmuş. JJ. Russo, Delımbır, Monteskiö, Voltair gbi bir takım zındıklar çıkmışlar eşitlik, özgürlük, adalet… gibi safsatalrl a halkın beynini yıkyorlar. Bu zihniyet mi cumhuriyeti getirecek. İstanbul’un resmi işgali öncesinde Vahideddin’le görüşme yapan Rauf Bey’e Sulatan ne diyor: Bu halk bir sürü ben de çoban, haddini bil Rauf! 300 tıl önceki cumhuriyet fazla fantastik değil mi sizce de?

    1

    Cevapla
  • ahmet özçalık

    11 Aralık 2012 at 14:33

    senin raguza cumhuriyeyinden haberin yok sanırım.Raguza Cumhuriyeti, Osmanlı monarşisi bünyesinde yüzyıllarca yaşamamışmı bir öğren.onu bırak roma bir cumhuriyet değilmiydi yoksa sizmi osmanlıyı cumhuriyet fikrine yakıştırmıyorsunuz.fantastik olan birşey yok bunlar o dönemde yaşamış tarihçilerin arşivlerinden alınma bilgiler.mustafa armağan uydurmuyo tüm bunları.

    Cevapla

Bir cevap yazın