• Home
  • Genel
  • ‘Deli İbrahim’ kaç tane Türkiye’yi yönetmişti?

‘Deli İbrahim’ kaç tane Türkiye’yi yönetmişti?

‘Deli İbrahim’ kaç tane Türkiye’yi yönetmişti?
1970’li yıllarda Mısır devleti, şimdi Yunanistan sınırları dahilinde bulunan Taşoz adasının kendisinin olduğunu iddia ettiğinde hafif bir şaşkınlık yaşanmış. Öyle ya, Mısır neresi, Ege’deki ada neresi! İşin aslı, açıklamanın devamından anlaşılıyordu. Mısır, adanın II. Mahmud tarafından 1813 yılında zamanın Mısır Hıdivi bulunan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya bir fermanla verildiğini öne sürüyor ve Yunanistan’ın adayı boşaltmasını istiyordu. Çünkü kapı gibi ferman vardı ellerinde. Ortalık karışmış, gözler Osmanlı arşivlerine çevrilmişti.
O yıllarda Başbakanlık Arşivi Müdürü olan Mithat Sertoğlu’nun ifadesine göre, yapılan incelemede görülmüştür ki, ada ‘ber vech-i malikâne’ olarak verilmiştir Kavalalı’ya. ‘İyi ya, verilmiş işte, ha öyle, ha böyle’ diyorsanız yanılıyorsunuz sevgili sabırsızlarım, çünkü Osmanlı bir yeri birisine verirken kılı kırka yararak düşünür, taşınırdı. Nitekim Taşoz da Kavalalı’ya verilmiştir ama sadece ‘dirlik’ olarak. Yani adanın işletme (tasarruf) hakkı ömür boyu kendisinde olacak, ‘rakabe’si, yani toprağın nihai sahipliği devlette kalacaktı. Bu şekilde verilen bir arazi, ancak bir savaş sonucunda kaybedilirse devletin olmaktan çıkardı. Çıkınca da, onu eline geçiren devletin olurdu, malikâne sahibinin değil. Böylece Taşoz’un ömür boyu şartıyla Kavalalı’ya verildiği anlaşılmış ve ada, o gün Yunanistan sınırları içinde bulunduğu için Mısır’ın talebi, reddedilmişti.
Aklınıza takılmıştır muhakkak: Düğün değil, bayram değil, yazarımız bu olayı niçin zikretti?
Osmanlı, gövdesi sular altında kalmış bir ada; biz onun sadece deniz üzerinde görünen çıkıntısını görüyoruz, daha da fenası, bu çıkıntıyı, son dönemlerinin etkisinde görüyoruz. Ve zannediyoruz ki, Osmanlı evvel eski bizim gördüğümüz gibiydi.
Kabul edelim ki, Osmanlı atlasını kaybettik. Tabii ki beyin ve kalplerimizde. (Necip Fazıl olsa “güneşi ceplerimizde kaybettik” derdi.) O büyük atlastan elimizde kala kala, cirmimiz kadar bir yer kaldı. İşte elimizdeki bu harita parçasına bakarak bütünü hakkında ahkâm kesmeye kalkıyoruz.
Mesela şu “Deli İbrahim” dediğimiz Sultan İbrahim hakkında demediğimizi bırakmamışızdır. Osmanlı’nın aczini, beceriksizliğini, çöküşünü bundan daha iyi kim simgeleyebilir ki? Peki ama şu soruya cevap verebiliyor muyuz sarsılmadan: ‘Deli’ diye ciddiye almadığımız ve tam 8 yıl (şimdilerde iki iktidar dönemi demektir bu) padişahlık yapan Sultan İbrahim, yüzölçümü itibarıyla kaç tane Türkiye’yi yönetmiştir? Zor bir soru olduğunun farkındayım, onun için cevabını ben vereyim: Yaklaşık 20 tane Türkiye’yi yönetmiştir bu ‘Deli’. Evet, 20 tane Türkiye’yi. Dahası, Akdeniz’in en büyük adası olan Girit’i kuşatma kararı da onun zamanında alınmıştır.
Biz bugün şu avuç içi kadar Kıbrıs meselesini ateş topu gibi bir o avucumuza alıyoruz, yakıyor elimizi; bir öbür avucumuza alıyor, yine yanıyoruz. Verelim diyoruz, olmuyor; alalım diyoruz, hiç olmuyor. Osmanlı’nın milyon kilometrekarelerle ifade edilen engin coğrafyası yanında Kıbrıs’ın lafı mı olur? Bir toprak parçasını idare etmenin ne kadar zor olduğunu buradan anlayabilirsiniz rahatlıkla. Varın, Osmanlı’nın ‘büyüklüğü’nü buradan kıyas edin.
Bir başka hatalı alışkanlığımız, Osmanlı fetihlerinin kolay olduğunu sanmak. Sanki karşılarındaki bütün devletler zayıftı da, Osmanlı onun için fütuhatını şimşek hızıyla gerçekleştirebildi. Meseleye kuşbakışı bakanlar her zaman yanılır. Mesela II. Murad’ın gerçek anlamda bir “gazi” olduğunu, bir gözünü muharebede kaybettiğini neden yazmaz tarihlerimiz? Onlara ‘bir şey olmaz’ mı zannediyoruz yoksa? Ya İstanbul’un fethinden 3 yıl sonra, yani 24 yaşındayken Belgrad kuşatmasında askerin önünde savaşan Fatih’in alnından yaralandığını biliyor muyuz? Peki bunları bilmeden Osmanlı’nın nasıl bu kadar ülke fethettiğini ve onları 4-5 asır hangi tılsımla elinde tutabildiğini nereden bileceğiz?
Söz Sultan İbrahim’den açılmışken, Girit’in 25 yıl boyunca kuşatılmasına ve 1669’da tamamının fethine yol açan ilginç bir gelişmeye bakalım hep beraber.
Girit Venediklilerin elindeydi ve 1644’e kadar Osmanlı-Venedik ilişkileri, ufak tefek korsanlık hadiseleri haricinde yolunda gidiyordu. Gerçi bir ara Venedikliler Tunus donanmasını ele geçirip bir Osmanlı liman şehri olan Avlonya’yı bombalamış ve bir minareyi topla yıkmışlardı ama IV. Murad’ın öfkesini yatıştırabilmek için tam 200 bin altın tazminat ödemek zorunda kalmışlar, bu da onlara iyi bir ders olmuştu. Ancak 1644’te meydana gelen bir olay, tarihin akışını değiştirecek ve sonunda Venedik’in yıkılışını hızlandıracaktı.
Sultan İbrahim, bazı hareketlerinden hoşlanmadığı Kızlarağası Sünbül Ağa’yı azletmiş ve deniz yoluyla Mısır’a gönderilmesini emretmişti. Yeni yapılan İbrahim Çelebi’nin gemisi tahsis edildi kendisine ama bu arada geminin ulemadan bir yolcusu da vardı. Sonradan şeyhülislamlığa kadar yükselecek olan Bursalı Mehmed Efendi Mekke kadılığına tayin edilmişti. Bu arada hacca giden bazı yolcular da gemideydi. Cins at meraklısı olan Sünbül Ağa’nın, atları ve güzel cariyesiyle sürgüne gitmekte olduğunu da unutmayalım.
Velhasıl, topsuz, tüfeksiz, askersiz bir gemidir bu ve o çağda Malta (Tapınak) Şövalyeleri Akdeniz’de tam da böyle gemileri gözlerine kestirmekte, daha kilometrelerce uzaktan kokularını almaktadır. Nitekim Girit’te pusuya yatmış olan Şövalyeler yollarını kesecek ve Sünbül Ağa çarpışarak ölürken, cariyesi Zarife ve önceki efendisinden olan oğlu, Malta Şövalyeleri’nin eline esir düşecekti (tabii yıllardır biriktirdiği hazinesi ve atları da). Şövalyeler tarafından büyütülen bu çocuğun vaftiz edilerek Dominik ismini aldığını tespit edebiliyoruz. (Demek Tapınak Şövalyeleri arasında ‘bizimkiler’ de varmış!)
Esirler arasında Mehmed Efendi de vardır. Malta’da uzun süre esir kaldıktan sonra gönderilen fidye sayesinde kurtulan Mehmed Efendi İstanbul’a dönecek ve şeyhülislam olduktan sonra baba memleketi olan Bursa’ya yerleşecek, orada ölecekti. (“Osmanlı’yı Kuran Şehir” adlı kitabımda Bursa’daki evimizin arkasında türbesi bulunduğunu söylediğim “Evliya Şeyhülislam” bu zattır ve Esirî Mehmed Efendi adını bu esirliği yüzünden almıştır.)
Zenci Sünbül Ağa ile Mehmed Efendi’nin kaderini cariye Zarife ve geleceğin Tapınak Şövalyesi olan oğluna bağlayan bu küçük hayat köşebentleri, aynı zamanda sonradan oğulları Hekimbaşı Nuh Efendi adını alacak olan bir İtalyan ailenin Girit’ten kaçıp İstanbul’a gelmesine ve sadrazam olan torunları Hekimoğlu Ali Paşa’nın Kocamustafapaşa semtinde tam teşekküllü bir Osmanlı külliyesi yaptırmasına kadar uzanacaktır. Bu hurda ayrıntılar bilinmeden Osmanlı anlaşılır sanıyorsan aldanıyorsun ey okur!

Bir yanıt yazın