Dostoyevski okumayana ehliyet yok!
Her tatile çıkışımda aynı telaş bulutuna sarınırım. Üst baş, alet edevat zaten biz erkek milleti için ikinci, hatta üçüncü dereceden lazımelerdir. Belki de ‘nasıl göründüğü’nden çok ‘ne gördüğüne’ kendisini adamış şu ‘cins-i kesif’imize -cins-i latif’in zıddı herhalde bu olmalı- bağışlanmış bir imtiyazdır bu. Oldum olası doğru dürüst kılık kıyafet almadan çıkarım tatile. Bu yüzden gittiğim yerde işportadan aldığım ucuz tişörtlerle getirmişimdir tatilin sonunu.
Düpedüz zalimane bir şey şu tatile kitap taşımak. Ama ‘okuyarak yazma’ -tabii okumadan yazan, hatta en iyi yazarlığın mümkünse hiç okumadan, kulaktan dolma malumat ve izlenimlerle yapılacağını zannedenlerle yıldızımın barışmayacağı açık- şeklindeki kötü alışkanlığım yüzünden her tatil, kol ve sırt kaslarım açısından düpedüz bir zulme dönüşür. Bavul ve çantalarıma tıkıştırdığım kitapların (‘Ah şu Dostoyevskileri yeniden mi okusam? Yok yok, en iyisi Routledge’ın şu kışkırtıcı dizisini de yanıma almalıyım. Biraz dünya tarihi de mi okusam? Ya henüz bitiremediğim için melul melul bakan Naima ciltlerinden birine ne dersin?’) yarısı dahi okunmadan döner yerine. Ama ne gam! Onların kısa bir süre için ayrı düştüğüm kütüphanemin aziz temsilcileri olarak beni yalnız bırakmamış olmaları yeter de artar benim için.
Rivayete göre Farabi henüz yeni yetme bir delikanlıyken bir gün binlerce kitabı olan bir ihtiyar onu çağırmış ve kütüphanesini 10 yıllığına kendisine emanet edeceğini söylemiş. Eğer 10 yıl sonunda geri dönmezse bu maddi ve manevi bir servet olan kütüphane Farabi’nin olacaktır. Kitap için yanıp tutuşan delikanlının havalara uçtuğunu söylememe gerek yok. Farabi’yi Farabi yapanın bu kütüphane olduğunu söylerler.
Benim başıma böyle bir talih kuşu konmadı şimdiye kadar. Çok istedim bir kitap ambarında boğulmayı ama nasip değilmiş. Babamdan aldığım okul harçlıklarını biriktirdikten sonra o kadar ince eleyip sık dokuyarak seçerdim ki kitaplarımı, zaman zaman kitapçıların, bu saatlerdir dükkanlarında ellenmedik kitap bırakmayan çocuğu kovacaklarını düşünürdüm. Kitap seçme sanatının stajını kitapçılarda (mesela o zamanlar Bursa’daki Ali Haydar Kitap Sarayı’nda) yaptım anlayacağınız.
Neyse, hatıraların tatlı döşeğinden kalkıp kitapla şişmiş bavulumun içine dönelim. Bu sefer tatile çıkarken yanıma aldıklarımdan biri de belki çeyrek asır önce okumuş olduğum ‘Suç ve Ceza’ oldu. İyi ki de onu almışım. Hatta alıp da son anda bıraktığım ‘Karamazof Kardeşler’i küstürdüğüme hayıflandım.
Dostoyevski’yi giderek daha iyi anlıyorum galiba. Zaten klasiklerin huyudur: Zaman içinde yaklaşıp uzaklaşırlar; güneş gibi batar ve yeniden doğarlar. Ama ufkumuzu sürekli gagalarlar.
Daha önceki okumalarımdan yüzleri silinmiş hayaletler kalmıştı hafızamda. Şimdi yeniden okuduktan sonra bir güzel ete kemiğe büründüler. Yüzleri gözleri ‘açıldı’.
Roman değil, adeta bir girdap ‘Suç ve Ceza’. Bir katil ile bir hayat kadını (Raskolnikov ile Sonya), bir tefeci kadın ile üvey kardeşi zavallı Lizavetta, ayyaş bir memur (Marmeladov) ile çıldıran karısı Katerina (memur atların ayakları altında, karısı ise kan kusarak ölür)…
Karınca ezmez katiller, masumiyetiyle aynaları patlatan hayat kadınları, dürüst tefeciler, iyilikseverlik taslayan benciller, Andre Belly’nin 20. yüzyıl başlarında dirilteceği gölgeler ülkesinin pasaportunu taşıyan garibanlar… Hayatın göbeği ile sınırları arasında ışık hızıyla gidip gelen ve asıl marifetlerini bir başka romana saklayan tip tohumları geçit resmi yapar adeta.
Hepsi, hepsi bir kazanda pişer ve bir Dostoyevski klasiğinde gürültüyle açan bir büyük çiçek gibi sayfaların arasından ruhunuza kanal açıp akar.
Bir vakitler Nuri Pakdil, ‘Dostoyevski okumayana ehliyet vermemek lazım’ demişti. ‘Suç ve Ceza’yı okuyunca bu sözün haklılığı daha iyi anlaşılıyor. (İster misiniz, bundan sonra ehliyet imtihanlarında Dostoyevski’nin eserlerinden sorular çıksın!)
Geçen yıl Petersburg’da farkında olmadan Dostoyevski’nin komşusu olmuştum. Oturduğu ev, çok hoş bir müze yapılmıştı. Müzede romanlarının müsveddelerini, müsveddelerin kenarına çiziktirilmiş roman tiplerini, okuduğu kitapları, oturduğu koltuğu, kahve içtiği sehpayı… hüzünlü bir atmosferde seyretmiştim. Orada öğrendim ki, Dostoyevski’nin eserleri de Rusya’da ‘gerici’ oldukları gerekçesiyle Stalin’in şerrinden kurtulamamış, hatta bir dönem okul kitaplarından çıkarılmış. Zavallı torunları ise başlarına bir iş açılmasın diye izlerini kaybettirmeyi tercih etmişler.
Ya sonuç?
Çarlık yıkıldı, komünizm çöktü, Dostoyevski ise günden güne gençleşiyor.
Velhasıl, bir haftalık tatilime ‘Suç ve Ceza’ ile hakiki bir romanın tadı eklenmiş oldu. Siz de tatilinize bu büyük yazarın renkli dünyasından ışıklar düşürmek için belki ‘Beyaz Geceler’ gibi minik bir inciyle adım atabilirsiniz ona. Nefesim yeter diyorsanız, ‘Suç ve Ceza’ya veya ‘Ecinniler’e, ‘Yer Altından Notlar’a, şu mezarlarındaki ölülere kahkaha attırdığı ‘Bobok’ adlı hikâyesinin yer aldığı ‘Bir Yazarın Notları 1873’e buyurun. Emek ve zamanınız karşılıksız kalmayacaktır.
Acının diriltici soluğudur duyacağınız. Bir de bu dünyanın bir oyun olduğu. Ne var ki bu oyunda kimse nihai olarak kazanmaz Dostoyevski’de.
Hep sesler duyarsınız romanlarında. Başkalarının sesini. Çünkü insan ancak başkaları sayesinde insan olur.
Daha doğrusu bütün sesleri kucaklayan tek bir SES’tir bekleyen sizi.
Do you want Search?
Random Post
Search
previous