Erdemli hayatın peşinde

Erdemli hayatın peşinde
Biraz sıkılacağınızı biliyorum; ama bugün olabildiğince sadeleştirmeye çalışarak ülkemizde hemen hiç tanınmayan ilginç bir düşünürün fikri serüveninden söz edeceğim size. Keza “Batı”nın, sanıldığı gibi yekpare bir bütün olmayıp birbirini kıyasıya eleştiren ve sürekli geleneğine yönelerek ondan yeni ürünler devşiren canlı ve gelişen bir rakip düşünceler platformu olduğunu da göreceğiz.

Sözünü edeceğim kişi, Kelt asıllı İngiliz (1971’den beri ABD’de yaşıyor) filozof Alasdair MacIntyre. Türkçeye herhangi bir kitabı çevrilmedi; ama belki yararı olur diye söylüyorum: Vadi Yayıncılık’tan çıkan S. Zelyut Hünler’in İki Adalet Arasında (1997) adlı doktora tezinin neredeyse yarısı MacIntyre’ın “adalet” hakkındaki düşüncelerine ayrılmış bulunuyor.

Yazarımız, İngiltere’nin entelektüel muhitlerinde Marksizm’in fırtına gibi estiği bir dönemde kaleme aldığı daha ilk kitabında, Marksizm’in Hıristiyanlıkla paylaştığı ve ondan miras aldığı noktaları vurgular. Hatta modern dünyada dinin siyasetle ilişkisi üzerine bir deneme de denilebilir ona. Şu satırlardan da anlaşılacağı üzere düşüncelerinin tohumları bu kitapta atılmıştır:

“İnsan hayatının kutsal ve seküler diye ikiye ayrılması Batı düşüncesine gayet tabii imiş gibi görünen bir ayrımdır. O bir ve aynı zamanda Hıristiyani kökeninin işaretlerini taşıyan ve haklı olarak bir dini kültürün ölümüne şahitlik eden bir ayrımdır. Bu gerçekte burjuva dininin başına gelen bir hadisedir… Bir dinin görevi, seküler olanın kutsal, dünyanın ise Tanrı’nın gözetimi altında [bir varlık olarak] görülmesine yardım etmektir. Kutsal ve seküler olan birbirinden ayrılırsa, ibadet (ayin), dünyayı takdis etmeyen, kendi başına bir amaç haline gelir. Aynı şekilde eğer dinimizin temelde siyasetle hiçbir alakası yok ise bu durumda siyaseti, Tanrı’nın egemenliği dışında bir alan olarak kabul ediyoruz demektir. Kutsalı seküler olandan ayırmak, Tanrı’nın hareket sahasının en dar sınırlara çekildiğini kabul etmek demektir. Böyle bir ayrımı kabul eden bir din ise, ölüm raddesine gelmiş demektir.” (Vurgular benim- M.A.).

Bugün İslamiyet’i siyasal, hatta kamusal alandan tecrit edelim derken içine düşülen çelişkilere işaret etmesi bakımından önemli gördüğüm bu paragraf, MacIntyre’ın yaklaşık 20 yıl sonra ulaşacağı Aristo-Aqunas sentezine dair ipuçlarını da cömertçe dökmektedir ortaya. Bitmek bilmeyen bir arayıştır MacIntyre’ın çıktığı fikri yolculuk; ancak avarece bir arayış değildir; modern dünyaya, onun siyasal ve sosyal vitrinini giderek daha çok dolduran liberalizme karşı güçlü bir tutamak, bir alternatif bulma, bu alternatif ile bir kitabının başlığında dile getirdiği gibi”çağın kendisini görme biçimlerine karşı” açılmış yoğun bir “savaş”tır onunkisi.

Çağın akıntısına kapılıp gitmez o. Çocukluğunda yöresinin ihtiyarlarından dinlediği Kelt efsaneleri, insanın Descartes’ın ve liberallerin söyledikleri gibi soyut bir birey olmadığını, aksine bir kültüre, bir geleneğe, bir tarihe gömülü bulunduğunu hatırlatır ona. Felsefeci olduğundan, Batı felsefesinin, yalnız felsefesinin mi, bilimlerin tasnifinden ahlakına kadar hemen birçok alanının kurucusu olan Aristo’ya yönelir. Descartes mı, Aristo mu? Kafasındaki soru budur. Tabii ki Aristo! Neden? Çünkü o, en azından birbirinden çok farklı üç kültürel geleneği, Antik Yunan, İslam ve Orta Çağ Avrupa kültürlerinin fikri temelini temin etmeyi başarmış ve kendisini ispatlamış bir düşünce biçiminin kurucusudur.

İkincisi ise, Aristo’nun delillerinin bir gayesi (telos) vardı. Bu gaye, modern kültürde inkar edilmiş ve onun yerine kendisinin “emotivism” dediği, duygularına esir olmuş bireyleri esas alan bir doktrin geçirilmiştir. Aristo’ya göre hakikat bize verilmemiştir; ama ona ulaşmak elimizdedir. Liberallerin emotivizmine göre ise hakikat herkese göre değişir. Tek bir hakikat, hatta hakikat yoktur.

Hakikate ulaşma gayesinin ortadan kaldırılmasını, modern kültürün içine düştüğü standartsızlık ve gayesizlikten daha iyi hiçbir şey anlatamaz. Özellikle ahlak alanında. Çünkü insanın ne olduğuyla ilgilenip ne olması gerektiğini elinin tersiyle kenara iten bir doktrin, atomize olmuş bireylerin her an değişen ve dalgalanan arzu, istek ve heveslerine göre şekillenen bir ahlak anlayışını getirecek, bu da ister istemez ahlaki standartlar ile Aristo’nun hayatın gayesi olarak gördüğü erdemin, iyi hayatın ortadan kalkmasına kapı açacaktır.

MacIntyre’ın “iyi hayat”a, “erdem”e ve “gelenek”e dönüş çağrısının, bunların hiç de yabancısı olmayan kültürümüz için taşıdığı önemi ayrıca hatırlatmama gerek yok sanırım.

Bir yanıt yazın