Ev ve apartman

Ev ve apartman 
Çocuklar bugün bile ev resmi yapmaları istendiğinde neden içinde doğup büyüdükleri apartmanları resmetmek yerine bir kare çizip üzerine de bir üçgen yerleştirirler hep? Ancak zamanla akılları erdikten sonra oturdukları “ev”in bir apartman dairesi olduğunu ve binanın da bir kule gibi göklere ser çektiğini fark ederler ve başlarlar apartmanların soğuk çehrelerinde çocuksuluğun sızabileceği bir menfez aramaya… Çoğunlukla olmadığı halde ağaçlar yaparlar yanına yöresine; küçücük bir papatyayı dev kadar büyük yaparak bu beton blokların üzerlerine üzerlerine gelen dehşetini yumuşatmaya çalışırlar minik parmaklarıyla. Hayal gücü kuvvetli olanlar ise çatıyı bir çiçek bahçesine çevirirler.

Sanki yaptıkları her şey apartmanın tasallutundan fıtratlarını korumaya yöneliktir! (Bunları görmek için Abc çocuk sayfasındaki resimlere ara sıra göz atmanız yeterli.)

Burada sizi ilginç bir tartışmaya davet etmek istiyorum. Mimarlıkcamiasında çıkan dergilerde, yalnızca mimarları değil, genel okuyucuları da ilgilendiren yazılar ve konuşmalar yayınlanıyor. Bu konuşmalardan, daha doğrusu tartışmalardan birisi, Avrupa’daki muhafazakar ve gelenekçi mimarinin ünlü isimlerinden ve aynı zamanda Prens Charles’in mimarlık danışmanı Leon Krier ile mimarlığın bugün “niteliksel bir değişim geçirmesigerektiğini savunan “devrimci” Peter Eisenman arasında geçiyor (bkz. Mimarlık, sayı: 243, ’90-5-6).

Krier, modernlik ve geleneği iki ayrı ve zıt kutba yerleştiren yaklaşımları eleştirerek başladığı konuşmasındaÇağdaşlık ve gelenek aslında çelişen kavramlar değil. Çağdaş bir gelenekçiolmak olası (mümkün). Bunda bir çelişki yok.” diyerek geleneğin modern şartlar altında sürdürülmesinden yana olduğunu belirliyor. Buna mukabil Eisenman, çağımızda mimarlığın ve mimarlık programının değişmek zorunda olduğuna dikkat çekerek, “Bugünün söylemi bundan beş yüz, yüz, hatta elli yıl öncekilerden farklı olmalı; ancak bu, söylemin geleneğinin terk edilmesi demek değil, gelenekte çekinik kalmış, kısımların yeniden gündeme gelmesi demek”tir, tespitinde bulunuyor. (Görüldüğü gibi postmodern eğilimli bir mimar, geleneğin bütününe karşı değil; onun tarihte örtük ve öne çıkmamış kısımlarının bugün yeniden-üretilmesinden yanadır.)

Krier’in tarihin akışına kapılmamak ve tutarlı olmak gerektiği uyarısına, Demirelvari bir cevap veriyor Eisenman: “Dün dündür , bugünse bugün.” Krier, mimarlıktakaçınılmazlıksöylemininterk edilmesinin zorunlu olduğunu söyler: “Bugünün koşullarının kaçınılmaz olduğunu söylemek, kendimizi istemediğimiz bir şeye teslim etmek ve doğru olmadığını bildiğimiz bir şeyi yapmak için özür aramaktır.”

Krier, gelenekte ortaya çıkmış biçimlerin, yapı ve mekan tiplerinin “her zaman anlamlıolduğunu söylüyor, çağımızda her şeyin değişmek zorunda olduğu önyargısına karşı ki haklı.. Zira temel yapı tiplerinden birisi olan “ev”, başta da söylediğimiz gibi hala varlığını, güncelliğini sürdürmektedir apartmana rağmen. Ve Krier bence asıl önemli sözleri bu noktada boca ediyor tarihin hafızasına: “Ben bakışın değişmediğini düşünüyorum; çünkü eğer değişmiş olsaydı bugün yaşamayı en çok istediğimiz yerler olan eski kentler ve yapılar bizim icin kesinlikle anlamsız olurdu.. her çit, her telefon kulübesi, duvardaki her sıva parçası dünya bütününü etkiler. “Tarihin amansız güçleri”nin sağlığımızı tehdit ettiğini, gezegenimizi çöplüğe çevirdiğini bile bile kendimizi bu güçlere teslim etmenin hiçbir anlamı olamaz.”

Ardından “eve” geliyor konu. İnsanlar ve zihniyetleri ne kadar değişmiş olursa olsun, Amerikalıların aklına ev denilince hep geleneksel bir veya iki katlı konutların gelmesi örneğinden hareketle Krier, Amerikan halkının % 99’unun bu evleri apartmanlara tercih etmesinin anlamlı olduğunu belirtiyor: Demek ki, “İnsanlar seçme özgürlükleri olduğunda, kafalarındaki aile tanımına paralel olarak bunu (geleneksel evleri) seçiyorlar.”

Çağımızda her şeyin temelinden değişip dönüştüğünü hararetle savunanların bile insanlığın temel mekan tiplerinden “ev”e sığınmaları, tıpkı çocukların “ev resmi yap” denildiğinde kulübe resmi çizmelerinde olduğu gibi, değişmeye direnen bir tarafımızın hala yaşadığını gösteriyor.

Bu bile bazı gerçeklerin üzerine örtülmüş perdeleri sıyırmaya yeter gibi geliyor bana. Yeter ki insanların önünekaçınılmazlık” olarak dayatılanlardan farklı seçenekleri koyalım ya da bu seçenekleri bulmasının önündeki engelleri kaldıralım.

Konfüçyüs ne kadar doğru söylemiş: “İnsana neden güvenilmesin?”

İktibas 

İnsana güvenmek

Turgut Cansever hocam bir konuşmasında naklediyor:

Konfüçyüs dere kenarında oturuyor şakirtleriyle. Karşı taraftan bir ihtiyar geliyor, dere de çok hızlı akıyor. Konfüçyüs diyor ki şakirtlerine: “Şu ihtiyara söyleyin, nehri geçemez.” Şakirtler, “İhtiyar, nehre girme, geçemezsin.” diyorlar. İhtiyar hiç oralı olmuyor ve karşı tarafa geçiyor . Konfüçyüs ihtiyarın yanına gidiyor ve diyor ki: “İhtiyar, ya ben hiçbir şey bilmiyorum, ya da sen çok şey biliyorsun. Nehri nasıl geçtin?” İhtiyar cevaplıyor: “Evvela nehri geçmeye karar verdim. Bundan sonra kendimi, beni karşıya geçirecek akıntılara teslim ettim. Böylece karşıya geçtim.” Konfüçyüs şakirtlerine dönüyor ve şöyle diyor: “İhtiyarı iyi dinleyin, o akıntılara güvendi ve karşıya geçti. İnsana neden güvenmesin?”

(Kubbeyi Yere Koymamak, İz Yayıncılık, 1997, s. 41.)

Bir cevap yazın