Filistin: Küreselleşmenin paslı zinciri
“Kuşlar nereye uçar son gökyüzünden sonra?” Filistinli şair Mahmud Derviş’in bu acı satırları yeniden yankılanıyor bir süredir beynimde. Kuşlar, Filistinliler; son gökyüzü, Filistin toprakları. Ya sonra? Ya en son karanlık ne kadar yakınlarında kuşlar’ın?
Kimlerdi bir vakitler Yahudileri ezenler, dışlayanlar, yakanlar? Peki hangi topraklardan kovulmuş, hangi kıtada aşağılanmış, katliama uğramışlardı? Yahudi sorunu, “kimin” sorunu olarak ortaya çıkmıştı? Filistin’in, Osmanlı Devleti’nin, Orta Doğu’nun mu yoksa Avrupa’nın o imrendiğimiz “medenî”, sanayileşmiş ve ilerlemiş ülkelerinin mi?
Yahudiler, Avrupa’da ayrımcılığa ve soykırıma tabi tutulurken, Osmanlı Devleti’nin merhametli kollarına sığınıyorlardı. Hatta bunu, Sultan II. Abdülhamid’le Filistin’den toprak (yurt) satın almak için görüşen Siyonizm’in babası Theodor Herzl bile itiraf edecekti.
Vatansız kalmanın, yurtsuzluğun, aşağılanmanın, insan yerine konulmamanın her türlüsünü yaşayan Yahudiler, geldikleri/getirildikleri Filistin topraklarında 3 yaşındaki çocukların karnını kurşunla doldurmaktan yaralıları yem olarak kullanmaya, ambulansların tekerleklerini kurşunlamaktan verdikleri hiçbir sözde durmamaya kadar pek çok gayri insanî davranışı bir hak olarak görebiliyorlar.
Halbuki Filistinlileri dünyada en iyi anlayabilecek birkaç milletten biridir Yahudiler. Avrupa’nın kendilerine layık gördüğü muamelenin intikamını topraklarını zorla ele geçirdiği bu halktan çıkarmak nasıl bir karmaşık bilinçaltı sürecin eseridir acaba?
“Le Monde Diplomatique”in Türkçe yayınlanan ilk sayısından İsrail ordusundaki bazı askerlerin bile gazetelere ilan vererek artık bu insanlık dışı katliamların sorumluluğuna katlanmak istemediklerini öğreniyoruz. Şöyle deniliyor “Haaretz” gazetesinin 25 Ocak 2002 tarihli nüshasına verilen ilanın bir yerinde:
“Bizler işgal topraklarında aldığımız emirlerin, bize bu ülkede aşılanan tüm değerleri nasıl yok ettiğini fark ettik. Bizler işgalin bedelinin İsrail ordusunun insani karakterinin yitirilmesi ve tüm İsrail toplumunun ahlaki çöküşü olduğunu düşünüyoruz.”
İçinde yukarıdaki satırların geçtiği 52 subay ve erin imzaladığı bu çarpıcı ilan, İsrail ordusundan parlamentoya kadar uzanan derin bir tartışmayı tetiklemiş habere göre. Ve biliyoruz ki, İsrail içinde özellikle “aşırı dinci” çevreler İsrail’in Siyonist politikalarını şiddetle eleştirmekten çekinmemektedir.
Edward Said’in dediği gibi, aslında savaş iki halk arasında cereyan ediyor değil. Canlı bombaların düzenlediği eylemlerde hayatlarını kaybeden İsrailliler de aslında “kurbanların kurbanları”dır; Siyonizm’e kurban olarak seçilen masum Filistinlilerin kurbanı olan masum İsraillilerdir onlar.
Maalesef Türkiye’de de bazı “köşe”lerde sanki Filistinlileri terörist, hatta canavar ilan etmekten kaçınmayanlar, İsrail’in devlet terörünü bilinçli olarak görmezden geliyorlar. Sanki “mağdur” taraf olan İsrail’in topraklarını ele geçirmeye uğraşanlar Filistinlilermiş gibi, Şaron’un izinde giderek suçu canlı bombalara havale ediyorlar.
Oysa 1948’den beri topraklarını genişletmek ve dışarıdan getirdiği Yahudileri yerleştirmek için terör dahil her türlü baskıdan, hak ihlalinden tutun da Kibya, Kefr Kasım, Sabra ve Şatilla’daki katliamlara (İsrail’in resmi makamları bile son iki katliamdan sorumlu olduğunu ilan etmişti Şaron’u) gözünü kırpmadan girişen tarafın İsrail Devleti olduğu nedense göz ardı ediliyor. El–Halil Camii’nde namaz kılan 29 Müslüman’ı silahlarıyla tarayarak öldürenler unutuluyor nedense.
Elbette masum insanların canlı bombalarla öldürülmesi masum bir eylem değil. Ne var ki o insanları, gencecik bedenlerini paramparça etmeye razı edecek kadar bıçağı kemiğe dayatan gelişmeleri de görmezden gelmeyelim.
Filistin halkının trajedisi, küreselleşmenin 11 Eylül’de paslanmış zincirlerini kopma noktasına kadar gerecek gibi görünüyor.
09.04.2002