Ramazan medeniyeti
Şu günlerde 100, doğum yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız rahmetli Süheyl Ünver hoca, malumunuz olduğu üzere çok velud ve mütebahhir bir zattı. İnanılmayacak kadar çeşitli konularda yazdığı iki bine yakın yazı içinden Ramazan’la ilgili olanları ufak bir kitapta bir araya getirildi.(*) Hepsi ayrı ayrı önemli; ancak özellikle kitabın son yazısı olan “Ramazan Medeniyeti”, üzerinde önemle durulmaya layık, defalarca okunup ders alınacak hikmetlerle dolu.
Tek kanallı TRT’ye mahkum olduğumuz yıllarda Ramazan geceleri eğlenceyle, eğlence de kantocular, orta oyuncuları, Direklerarası’ndaki tiyatro kumpanyalarından sahneleri özdeşleştirilmiş gibiydi. Ramazan’da eğlence denilince Kantocu Peruz, Eftelya, İncili Çavuş fıkraları gelirdi akla. Oysa bu, son derece yanıltıcı ve tek yanlı bir Ramazan anlaışıydı ve nevzuhurdu. Başka bir deyişle, ağırlıklı olarak 1890’lardan başlayıp 1920’lere kadar devam etmiş kırma bir eğlence hayatıydı ve bırakın Anadolu’yu, İstanbul’da da çok dar bir zümreye hitap etmekteydi. Buna mukabil, İstanbul’da asıl büyük ve şimdi olduğu gibi sessiz kalabalıkların Ramazan günlerini ve gecelerini nasıl iya ettiklerini ise Süheyl Ünver hocanın ağzından dinleyelim:
“… Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıtalık, ahlak tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek, bir Ramazan medeniyeti vücuda getirmiş ve bunu İstanbul’da teksif etmişiz.
… Ramazan, her sınıftan halkın benimsediği bir mevzu olmuş ve herkeste çocukluğundan beri gelen devamlı ve azalmayan intibalarla daha Ramazan biterken, ‘gelecek sene Ramazan’ına on bir ay kaldı’, diye bir sevinçle, gelecek seneninkine mahsus tasarılarıyla hoş bir sene daha geçirmiler ve ömürlerini, geçirecekleri hoş Ramazanlara bağlamışlardır. Ölmek isteyenler bile, “Şu Ramazan’ı da göreyim de öyle..” diyerek hayatında bir defa daha idrak etmekle noksansız ahirete göçmeyi düşünmüşlerdir.
Ramazan bir ay, bazen 29, bazen 30 gün sürer. 29 gün Ramazanlarında, “bizim bir günümüzü çaldılar” diye alakalarıyla reszenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar bayramın birinci günü oruç tutmadığından bir şey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahçupluğu içindedir. Adeta giden Ramazan’dan sıkılır (‘utanır’ anlamında-MA). Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım? diye ağlayanları bilirim ben.
… Adeta Ramazan yalnız bir oruç ayı değildir. Sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimizin saadet ve fakirhanelerimize ruhen misafir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan’da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam on bir bayram sevinci içinde geçer. Her hakiki Müslüman’ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan düğün ayıdır. O düğüne herkes müştaktır. “Ramazan’a çok şükür on ay kaldı”, diye bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.
… Kadir günü Müslümanların çok müteessir bir günüdür. Allah kabul etsin, diye bütün dualar o gün sona erer. Yani Ramazan bi’l-kuvve kadir’de sona erer. Sonunda bi’l-fiil biter. Camilerde “elveda” avazelerinden ağlamadık can kalmaz. Artık o ismi var, cismi yok bir Ramazan, ömürler oldukça gelecek, tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi seyredecektir. Fakat kuyruğunu götürmez, bırakır. Ondan Türkler bir Ramazan medeniyeti kurmuşlardır…”
Süheyl Hoca’nın söylediklerine ilavede bulunmaya gerek var mı? Yine de doğru anlayıp anlamadığımı kontrol etmeniz için şunları söylememe izin verin: Ramazanlar Müslüman hayatının etrafında döndüğü eksendir. Hemen bütün bir manevi hayat, onun etrafında şekillenmekte, bir yıl içerisinde tabiatıyla kaybettiği irtifaya yine onun sayesinde yükselmektedir. “Hay Allah, yine Ramazan geldi” denilen bir zamanla Ramazan Bayramı ile birlikte bir dahaki sennin Ramazan’ının özlenmeye, beklenmeye başlandığı bir zamanı karşılatırmak her bakımdan faydalı olacaktır diye düşünüyorum; tabii, kaybettiklerimizi hatırlatması kaydıyla.
(*) Süheyl Ünver, Bir Ramazan, Binbir İstanbul, Haz: İsmail Kara, Kitabevi Yayınları, 1997.
Güzel Ramazanlar neden hep geçmiştedir?
Size de öyle geliyordur muhakkak: Çocukluğumuzdaki Ramazanların tadını, güzelliklerini, lezzetini kolay kolay unutamayız. Ne kadar büyürsek büyüyelim, o günler bir kurtuluş adası gibi fışkırıverir hafızamızın labirentlerinden. Ve bizi kucağına alıp bir beşikteymişcesine tatlı rüyalara sallamaya başladı.
Toplumsal hafızada da bu böyledir. Ramazan denilince bugünkü değil, geçmişteki Osmanlı dönemindekiler hatırlanır hep. “Ah, nerde o eski Ramazanlar!” hayıflanmasını işitiriz sık sık.
Oysa bugün de Ramazanlar yaşanıyor ve bugünün de kendi içinde güzellikleri var. Bu yıl ilk defa oruç tutan çocuklar da ileride ilk sahura kalkışlarındaki mahmur lezzeti, ilk iftarlarının sabırsızlıklarını, teravihlerdeki kıkırdamalarını unutamayacaklardır. Yaz Ramazanları, geldiğinde kar yağarken oruç tuttukları günlere hasretle dönecek ve buz gibi karpuzlarla oruçlarını açtıklarında damaklarında portakal ve mandalina kokan iftar sofralarının buhurunu hissedecekler ve bu böylece nesiller boyu sürüp gidecektir.
Bugün belki paşa konaklarında kurulan ve canı isteyenin girdiği kuş sütü eksik sofralar yok; ama şehirlrimizde belediye ve vakıfların kurdukları iftar çadırlarından 5 yıldızlı otellerdeki iftar menülerine kadar alabildiğine çeşitli sofralar kuruluyor Ramazanlarda. Teravihlerde yine camiler doluyor, oruca saygıda geçmiş yıllara nazaran büyük bir artış var, mukabeleler, türbeleri ve camileri ziyaretler eskisine göre fevkalade artmış durumda.
O halde bugün bizi sürekli olarak eski Ramazanların tadından yoksun olduğumuz hissine sevk eden nedir? Hafızamızın çocukluğumuzla elele vererek bize oynadığı bir oyun mudur dersiniz?