Hakikatin peşinde bir ömür…

Mustafa Armağan’ın Kitap Zamanı’nda çıkan yazısıdır.

Yazdığı onlarca kitap, verdiği yüzlerce tebliğ, yetiştirdiği sayısız talebe ve giriştiği nice gözüpek projeyle son yarım asrın bilim ve düşünce hayatında belirleyici rol oynamış bulunan Seyyid Hüseyin Nasr, elimizdeki son kitabı Ebedî Hikmetin Peşinde’de ailesinden, yetiştiği ve okuduğu ortamlardan, ders aldığı ve görüştüğü hocalardan, katıldığı uluslararası etkinliklerden ve yaptığı çalışmaların arka planından gayet özet olarak söz ediyor.

İç dünyasını bir miktar gizliyor olsa da, çağdaş bir âlimin otobiyografisi olarak işimize yarayacak zengin bir metinle karşı karşıya olduğumuz muhakkak.

Yazarımızın fazlasıyla şanslı olduğunu düşündürecek noktalar, okuyanı kıskançlığa sevk edebilir. Düşünün bir; ülkenizin dinî ve pozitif bilimlere âlim yetiştirmesiyle meşhur bir ailesinde dünyaya geliyorsunuz. Babanız önce Şah’ın saray hekimi, sonra da ‘İran eğitim sisteminin başı’ (muhtemelen bakan) oluyor; babanız Farsça ve Arapçanın yanı sıra Fransızca, Latince ve İngilizce biliyor. Bu dillerde yazılmış eserlerle dolu kütüphanesi elinizin altında. Yani daha ilk adımlarınızı attığınız evde Doğu ve Batı’nın klasikleriyle kucaklaşıyorsunuz. Anneniz ise İran’ın ilk modern eğitim almış kadınlarından biri; sosyal faaliyetlerinden arta kalan zamanlarında çocuklarına ezbere bildiği Farsça ve Arapça şiirleri ezberletiyor. Amcanıza gelince, modern İran tiyatrosunun kurucusu ve Hugo ile Shakespeare çevirmeni.

Yetmiyor, evlerine gelen misafirlerin kimisi Mesnevi’yi şerh etmiş, kimisi rektör, kimisi de Bediüzzaman Füruzanfer gibi gerçek edebiyat uzmanı; hatta Tagore gibi Nobelli bir Hint şairi bile konukları olabiliyor.

Bilginin uslanmaz yolcusu

Sonra ABD yılları ve bugün her biri sahalarında gerçek birer klasik olan bilim tarihçileri George Sarton’dan De Santillana’ya, filozof Bertrand Russell’dan Sibernetiğin teorisyeni Norbert Wiener’a, Hint filozofu Radhakrişnan’dan bir ara Türkiye’ye de gelen müzikolog Paul Hindemith’e, yazarın “İngilizce konuşulan ülkelerde yetişmiş en büyük İslam araştırmacısı” olarak takdim ettiği H. A. R. Gibb’den sonradan ABD’nin en şöhretli diplomatlarından olan Prof. Henry Kissinger’a, sabık İran Şahı Rıza ve eşi Farah Diba’dan Allâme Tabatabaî’ye ve daha pek çok ilim ve devlet adamına kadar uzanan geniş ve enternasyonal bir ağa dahil olmayı başaran Nasr’ı Nasr yapan somut faktörleri bu özet otobiyografisinden öğrenebiliyoruz.

Gerçekten de şanslı biri diyorsunuz okurken. Lakin şansını, zannettiğimiz gibi sadece kucağında bulmakla kalmıyor; arıyor. Kendisi de arayışla geçen ömrünü şu kelimelerle özetlemiş: “Herkes bireysel olarak hakikatin peşinde olmalı. Tıpkı nefes alıp vermek gibi birilerinin bizim adımıza yapamayacağı türden bir şey bu.”

Bilginin uslanmaz yolcusu… Ebedî hikmetin peşinde koşan adam… Kütüphaneleri cennete benzeten bir ilim aşığı…

Görücü usulü evlenme

Şimdilerde 74 yaşında bulunan Nasr’ı anlamak için fikrî hayatının merhalelerini anlattığı son kitabına eğilmek birçok bakımdan eğitici oluyor. Mesela hem Çin ve Hint düşüncesine, geleneksel İran hikmetine, İslam bilim ve felsefe tarihine, hem de Batı bilim ve felsefesine duyduğu dinmek bilmeyen susuzluk, Nasr’ı kendi kültürüne ve inancına yabancılaşmadan modern söylemin imkânlarından yararlanarak renkli bir koza örmeye götürmüş. Batı’yı içinden tanırken, ait olduğu medeniyet dairesinin kabuğundan içeri girmeye ve orada yaşamaya, yalnız yaşamak değil, sürekli beslenmeye çalışmış.

Kitabın en çarpıcı pasajlarından biri, yazarın evliliğine ilişkin olanı. Batı’da 13 yıl geçirip istikbali parlak genç bir âlim olarak İran’a döndüğünde ilk düşündüğü iş, evlenmek oluyor. Ancak bunca ‘modern’ eğitim ve dahi Amerika görmüş parlak bir gencin o zamanlar İran’ın modern ailelerinden birinin kızıyla evlenmesi beklenirken o bunun tersini yapıyor, annesine görücü usulüyle evlenmek istediğini söylüyor ve kendisine uygun bir eş bulmalarını istiyor. “Şunu iyi biliyordum ki” diyor Nasr, “Doğu evlilikleri sadece bireylerin değil, ailelerin de evliliği sayılıyordu.” Nitekim annesi, İngiltere ve ABD’de tahsil görmüş, lâkin son derece muhafazakâr bir ailenin kızı olan Suzan Danişveri’yle görüştürüp evlendiriyor kendisini.

‘Batı gurbetinin öyküsü’

İran’daki devrimden kaçtığı 1979’dan bu yana Batı’da yaşayan Nasr’ın bu ‘zorunlu göçü’nü değerlendiriş tarzı, onun geleneksel fikir tarzını göstermesi bakımından ilginçtir. İşrakiliğin kurucusu Suhreverdî’nin Kıssatu’l-Gurbeti’l-garbiyye, yani ‘Batı gurbetinin öyküsü’nü anlattığı kitabına atıfta bulunan yazar, kendisinin bir bakıma zorunlu olarak güneşin battığı ‘karanlık diyara’ ışığı aramak üzere gönderildiğini imâ ediyor. Ancak yazarın dünyasında bu göçün bir başka anlamı var. O, bu zorunlu sürgününde kendisine içinde oturabileceği manevî bir ev inşa edebilmiş bahtiyar ‘garipler’den olmuştur.

Mânen ne Doğu’da, ne de Batı’da olan, tıpkı Merkez Efendi’nin dediği gibi, merkezde durmayı bilen kişi asla sürgün edilemez. Kendisine içinde yaşayabileceği, kelimelerden, duygulardan, geçmişten ve engin bir yeryüzü bilgeliğinden süzülüp gelen ışıklardan bir ev inşa eden insan için dış mekânın, coğrafyanın önemi ikinci planda kalacaktır. O ‘iç ev’, insanı daima evinde tutmaya yetecek, evindeymiş hissinin bir an için dahi olsa ruhundan kopmasına izin vermeyecektir.

Onun duası artık “Rabbim, ilmimi artır” olmuştur. Bu özgürleştiren ve dünyevî bağlardan kurtaran ilme duyduğu hasretin ilmiklerinden örülüdür evinin duvarları.

Not: Hatırat, kitabın ilk 100 sayfasını oluşturuyor. Ardından yaklaşık bir o kadar sayfa tutan bibliyografya yer alıyor. Son 45 sayfa ise fotoğraf albümü. Yalnız “Bibliyografya” bölümünde fakirin 1991’de Türkçeye tercüme ettiği Molla Sadrâ ve İlâhi Hikmet (İnsan Yayınları) adlı kitaba yer verilmemiş olması bir eksiklik olarak gözüme çarptı. Korkarım tek eksiklik de değil bu.

Bir cevap yazın