Hangi kadın? Hangi eşitlik?

Hangi kadın? Hangi eşitlik?
Feminist yazarlarca “kadın” kategorisinin bile “yıkım”a uğratıldığı (deconstruction) günümüzde bir yandan feminizmin en uç versiyonlarını temsil ediyor iddialarıyla ortaya çıkanların aslında ne kadar geriden gelmekte oldukları, tartışmaların ne denli uzağında kaldıkları ve kadının sorunları, dahası feminizmle ilgili dünyada cereyan eden köklü tartışmalardan ne derece bihaber oldukları, biraz konunun üzerine gidenlerin fark edecekleri kadar çıplak bir hakikattir. Böyle bir teorik donanımdan yoksun olarak meseleye bakılınca ister istemez, Nuray Mert’in isabetle vurguladığı gibi, “kadın” ve “erkek” kategorilerinin biyolojiden değil, toplum ve kültürden, iktidar ilişkilerinden doğduğunu söyleyen feministlerin kalkıp bu kategori adına, yani kadın adına siyasal talepler ve tavırlar üretmeleri ne derece tutarlıdır? “Kadın diye bir şeyden bahsedemeyeceksek” diyor haklı olarak Mert, “kimin ve neyin adına tavır takınılacak?”

Aslında son derece belirsiz ve oynak bir temele yaslanan feminizmin zaafları, şimdiye kadar herhangi bir siyasi paradigma oluşturamamış olmasından belli. Kadınların nüfusun yüzde 50’sini oluşturdukları, dolayısıyla aynı oranda Meclis’te temsil edilmeleri gerektiği iddiası, muğlak ve her yana çekilebilecek bir belirsizlikte. Kadınların siyasete katılmalarına kesinlikle karşı değilim; ancak sanki bütün kadınların kadın olmalarından dolayı aynı görüşü destekleyecekleri gibi temelsiz bir varsayıma dayanıyor bu iddia. Zira burada hangi kadın? sorusu gündeme gelecektir ister istemez. Tıpkı feminizmin değil, feminizmlerin olduğunun söylenmesi gibi, soyut bir kadın değil, kadınlar olduğu ve iddia sahiplerinin hangi kadından somut olarak söz ettiklerini açıklamalarını istemek hakkımızdır.

Meclis’in bir ayna gibi toplumu yansıtmasını istiyorsa -ki bunu istemeyecek kadar ‘ayrımcı’ olduklarını sanıyorum- o zaman kadınlarımızın hatırı sayılır bir kesiminin “geleneksel” kıyafetleri olan baş örtüsü ve çarşafla milletvekili seçilmelerini veya sakat kadınlara da kadınlar kotasının içinden bir kota ayrılmasını sonuna kadar savunmaları gerekmez miydi? Bu inceliği onlardan bekleyemeyeceğimize göre, demek ki kadın kotasını savunanlar, iddia ettikleri gibi toplumun yarısı olan kadınların bir aynadaki gibi yönetime yansımalarını değil, tersine sadece kendi düşünce ve kıyafetleri doğrultusundaki kadınların katılımını amaçlamaktadırlar. Bu durumda yüzde 50’lik cephede ilk gedik açılmakta ve arkasından başka ayrımcılık taleplerinin sökün etmelerine kapı açılmış olmaktadır; zira diğer dezavantajlı gruplara da pozitif ayrımcılık uygulanmasına açık olmayı gerektirmektedir kota talebi.

Demek ki, kadın kotasını savunmak, yalnız kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizliklerin telafisini değil, kadınların kendi içerisindeki eşitsizliklerin de telafisinin savunulmasını gerektirmektedir ki, ilerici kadınların buna hiç mi hiç niyetli olmadıklarını geçen hafta toplanan CHP’li kadın adaylardan birisinin türbanlılara -yani “öteki” kadınlara- karşı savaşmak üzere aday olduğunu itiraf etmesi sayesinde ayan beyan görme imkanını bulduk. Durum bu olunca kadınların temsilinin baştan savundukları “eşit temsil” olmayıp kendi siyasi görüşleri doğrultusundakilere yönelik sınırlı bir temsil olduğu ortaya çıkıyor. O zaman da “bütün kadınlar” gibi aşırı genellemeci bir söylemin yerine “beyaz kadınlar”, “belli bir siyasi görüşe sahip olanlar”, “belli bir kıyafeti giyenler veya giymeyenler” gibi sınırlı, ayrıcalıklı ve puslu temsile izin veren bir başka eşitsizliğe yol açılmış olmaktadır. Bu durumda feministlerin, kendilerini inkar etme pahasına soyut ve içi boş bir kategori olan “kadınlık” adına bir siyaset yürütmekten çark ettikleri, erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğunu iddia ettikleri tahakkümün bir benzerini kendilerinden olmayan ve siyaseten de olmak istemeyen kadınlar üzerinde kurmaya kalkıştıkları noktasına vardıklarını görüyoruz.

O halde gerçekten de ‘ne’ istiyor feministler?

Bir cevap yazın