Haritalar neyi göstermez?

Haritalar neyi göstermez?
“Henüz yeni yetme bir delikanlıyken harita müptelası kesilmiştim. Saatlerce dalar giderdim Güney Amerika’ya veya Afrika’ya veya Avustralya’ya; keşif duyguları beni kendimden geçirirdi. O zamanlar yeryüzünde pek çok beyaz alan mevcuttu ve bir haritaya özellikle davetkâr bir şekilde bakan birisini gördüğümde (böyle bakmayan var mıydı?) parmağımı o beyaz alanın üzerine koyar ve şöyle derdim: Büyüyünce buraya gideceğim.”
Joseph Conrad’ın, ilk baskısı 101 yıl önce yapılan romanı Heart of Darkness’tan (Karanlığın Kalbi) bu satırları okuyunca bu “Beyaz alan”ın o insanların dünyasında işgal ettiği cazibenin ne olduğunu bilmemize imkân var mı acaba? diye düşünmeden edemedim doğrusu. O yıllarda “beyaz alan”, henüz keşfedilmemiş ve dolayısıyla henüz haritası çıkartılmamış bölgeleri gösterirdi haritalar üzerinde. Özellikle Orta Afrika, yani Kara Afrika’nın göbeği, “bembeyaz” çizilirdi Beyaz Adam tarafından. Çünkü henüz kendisini ele vermemiş, henüz “bâkir” topraklardır bunlar. Kimin için? Orta Afrika’nın yerli halkları için kendi topraklarının “bekâret” arz etmesi düşünülemeyeceğine göre, bu “bâkir” toprakların kimin için haritalar üzerinde beyaz bir gelinliğe büründüğünü sormamız gerekmez mi?
Aslında şu soru tamamen de anlamsız değil: Bu “bâkir” topraklar tam da “karanlığın kalbi”nde yer alırken, neden harita üzerinde “beyaz” bırakılmıştır? Olağanüstü revnakına rağmen Afrika’yı “Kara Afrika” diye tek bir renge boyayanlar, iş haritaya gelince nedense onu büyük beyaz boşluklar halinde temsil ediyorlardı Heart of Darkness’ın kahramanı Marlowe’un zamanında. Bunun bir açıklaması olabilirdi; o da, “beyaz”ın anlamında gizliydi.
“Ah, tabii ki tabula rasa öğretisi” mi dediniz? Deneycilik ve bu fazlasıyla İngiliz işi felsefenin masum görünen ideolojisinden türeyen şu “beyaz levha” deneyi mi? Hani şu zihnimizin doğuştan hiçbir bilgiyle donatılmayıp sonradan edindiğimiz bilgilerin beyaz bir levhayı andıran zihnimize yazıldığını savunan öğretinin, tabula rasa öğretisinin ideolojik boyutuyla bir alakası olabilir mi sahiden de?
Deneyciliğin babası John Locke, insanın zihninin doğum sırasında beyaz bir levha gibi olduğunu, üzerine tek bir harf bile yazılmamış, hiçbir Fikri (İdea) barındırmayan beyaz bir Sayfayı andırdığını savunmuştur. İnsan ne öğrenirse deneyleriyle öğrenir ve bu beyaz sayfa harfler ve fikirlerle doldukça özgürleşiriz. Zaten deneyciliğin liberal öğretiyle bağlantısı da tam bu noktada ortaya çıkar. İnsanı, çevresi biçimlendirir, insan yapar buna göre. Bilgiler bize önceden verilmemiştir, onları kendimiz çevremizden kazanır ve sonuçta çevremizin efendisi oluruz.
Böylece deneycilik (empricism), insanın istenilen kalıba sokulabileceği düşüncesine kapı açmaktadır. İnsan, şekillendirilebilir, kalıptan kalıba dökülebilir ve balmumu gibi yoğrulabilir bir “nesne”ye dönüşür. Ve bu da, aslında insanın nihaî özgürleşmesini amaçlayan liberal felsefenin tabula rasa’sının bir zulüm ideolojisine dönüşme potansiyeline kucak açar. Zira insanın neye göre yoğrulabileceği gizlenmiştir liberal felsefede. Boşluğa göre yoğrulamayacağına göre insan, yoğuran elin koyduğu “model” önemlidir burada; aslında, John Gray’in isabetle teşhis ettiği gibi, liberalizmin “iki yüzü” burada gizlidir. Bir yandan özgürlük ve hoşgörü destanları düzerken, öbür yandan da herkesin kendisine göre yaşayacağı bir model sunmaktan geri kalamaz liberalizm. Ve artık küresel bir şöhret, bir tür kült-kişilik haline gelen Noam Chomsky’nin “beyaz levha” öğretisine yönelik eleştirileri, onun aslında insan genlerini programlama da dahil, özgürlüğün en büyük düşmanlarından birisi olduğu yolundadır. Bir tür kendisi gibi olmayanlar üzerinde müdahalede bulunma hakkı ve bunun meşruiyet belgesi olarak işlemiştir bu model.
Peki hangi modeldir bu? Beyaz Yalanlar ülkesinden Beyaz Adam’ın modeli tabii ki.
Afrika haritalarındaki “beyaz alanlar”a dönecek olursak, özellikle İngiliz emperyalizminin zihni beyaz bir levha kabul etmesi, sonuçta, henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş bulunan dünyanın kâğıt üzerindeki izdüşümü kabul edilen haritaların, istenilen modele ve standarda göre yeniden, sil baştan biçimlendirilmesi süreciyle karşılaşırız. Haritalar da tıpkı zihinler gibi sil baştan çizilmekte, belirlenen “Batılı Beyaz Adam” modeline göre yeniden şekillendirilmekte ve haritaların enlem ve boylamlarından oluşan ‘grid’e, yani ‘ızgara’ya hapsedilen “beyaz alanlar”, bâkir topraklar, bir başka deyişle “fethedilmeyi bekleyen boşluklar”, bundan sonra adım adım teslim alınmaktadır.
Çağımızın büyük haritabilim (cartography) tarihçisi J. B. Harley, daha açık sözlü: “Haritalar” diyor Harley, “en az toplar ve savaş gemileri kadar emperyalizmin silahları olmuştur.”
Haritanın masumiyeti ile emperyalizmin lanetli silahları arasındaki bu kesin paralelliğe dikkatimizi çeken uzmanımız, aslında müthiş bir Avrupa-merkezcilik aleyhtarı. Avrupalı haritacıların “küçük yalanlar”ından bahsetmiyor bize; günah-ı kebâir’ini (büyük günahlarını) açıklıyor: Emperyalizmin fetihleri, “beyaz alanlar”a sahip ülkelerin harita görmemiş(!) arazilerini Batılı bilgi nosyonu içine dahil ederek kullanıma açmayı hedefler. Kime? Elbette bu ecnebi diyarlarda ne aradığını bilen -Conrad’ın kahramanı Marlowe’un parmağını hatırlayın- Efendilere.

Bir yanıt yazın