• Home
  • Genel
  • Hausmann’ın Paris’inden A. Vefik Paşa’nın Bursa’sına (2)

Hausmann’ın Paris’inden A. Vefik Paşa’nın Bursa’sına (2)

Hausmann’ın Paris’inden A. Vefik Paşa’nın Bursa’sına (2)

Anlaşılan yaptıkları biraz da Bedrettin Dalan’ın İstanbul’da yaptıklarına benzetilmiş olacak ki, ‘Bursa’nın kurtarıcısı’ olarak onu birinci dereceden nişan-ı Osmanî ile ödüllendirenler kendisini yeniden, bu defa Hüdavendigâr valiliği ile Bursa’nın imarına memur etmişlerdir.

Ancak 4 yıla yakın kaldığı bu görevden yine halkın şikayetleri üzerine azledilen Ahmed Vefik Paşa -sözde- modernleştirmeye çalıştığı bu şehirde memurları zorla tiyatroya götürmek, İstanbul’dan getirttiği ve çoğu Ermeni olan oyuncuları sırasında paylamak, bir Mevlevî tekkesinin arazisi üzerine hükümet konağı yaptırmak, Orhaniye Külliyesi’nin bir parçası olan imaretin yerine belediye binası inşa ettirmek gibi son derece ‘modern!’ davranışlar da sergilemekten geri durmamıştır.

Onun Bursa’nın modernleştiricisi olduğunu söyleyen Beatrice Saint-Laurent, 1855 depreminden zarar gören âbidelerin restorasyonu konusundaki çalışmaları için de şunları söylemektedir: “… Bursa’da girişilen önemli işlerden biri de, 1855 depreminden zarar gören 14. ve 15. yüzyıl anıtlarının restorasyonuydu. En ileri yöntemleri kullanmak isteyen Ahmed Vefik Paşa, Fransa’nın büyük restorasyon uzmanı Viollet-le-Duc’ün gözdelerinden Fransız mimar Leon Parvillee’yi görevlendirdi.” Saint-Laurent’ın sözünü ettiği ‘en ileri yöntemler’ arasına çakısının ucuyla Cem Sultan Türbesi’nin sıvalarını kaldırmak da dahil midir, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o da Ahmed Vefik Paşa’nın Bursa’yı hemen tamamen Tanzimat sonrası bir şehir haline getiren kişi olduğudur. Ne var ki, paşada ne modern bir şehirciliği uygulayacak birikim mevcuttu, ne de modernliğin ancak bir gelenek üstünde teessüs edebileceğine ilişkin belirgin bir bilinç. Belki de kaçınılmaz olarak Bursa’yı modernleştirirken ideoloji anlamında ‘Osmanlılaştıran’ kişiydi Ahmed Vefik Paşa. Ama bu yakıcı çelişki, ne onun, ne de neslinin farkına varabileceği bir şeydi.

Saint-Laurent, Paşa ile ilgili bilgilerimize yeni bir paragraf ekliyor: Ahmed Vefik Paşa, Paris’te bulunduğu yıllarda III. Napolyon iktidardadır ve Paris yeniden inşa edilmektedir. Bu işle görevlendirilen Hausmann, bütün geleneksel Paris’i yıkıp yeniden yapmaktadır imparatorun isteğine göre. Cetvelle çizilmiş yollar, bitişik nizam evler, saraya yönlendirilmiş akslar vs. Ahmed Vefik Paşa’yı babasıyla birlikte gittiği Paris yıllarında kısmen, ama daha büyük bir nispette 1860’taki kısa sefirliği sırasında görüntü olarak oldukça etkilemişti. Ne de olsa Saint-Simon’un ‘sosyal hijyen’ stratejisini şehircilikte yegâne düstur edinmişti paşa. Abidelerin etrafının açılması, iktidarın nüfuzunu kısıtlayan çıkmaz sokakların ve mahalle kapılarının yıktırılması, şehrin ‘ferahlatılması’ hep bu modern Paris merkezli şehir tasarımının görüntüyü kurtaran yansımalarıydı.

Bir şehri modern yapan faktörün yolların geniş açılması ve çıkmazların yola dönüştürülmesiyle değil, şehirlilik ve katılım bilincinin halka yayılması ile mümkün olduğu hiçbir zaman gündeme gelmedi Tanzimat reformlarında. Aksine ahalinin iyi kötü mahalle teşkilatından gelme katılım ve çevre bilinci de ellerinden alınmış oluyordu bu uygulamalarla. Halkın ne kadar ‘batıl inancı’ varsa üzerine gitmenin, yatırlara çaput bağlayıp mum yakmayı yasaklamanın, türbe ziyaretinin bid’at olduğunu söylemenin modernlik olduğu zannediliyordu.

Gerçi modernleşme sürecinde Avrupa da benzer dönüşümlerden geçmişti ama temel bir fark vardı arada: Orada geleneğin bir sahibi vardı; modernlik işte bu sahipli geleneğe karşı bir direniş ve ayaklanmaydı. Oysa bizim geleneğimiz, Laroui’nin deyişiyle kültür olarak vardı ve onu bir yapı ya da kurum değil, doğrudan inananlar ayakta tutuyorlardı. Kurumlaşmamış haliyle gelenek, karşı çıkılması kolay bir yapıdaydı. Don Kişot’luk yapmak, toplumu değiştiriyor rolüne soyunmak bu gelenek türünde oldukça kolaydı. Ne Napolyon’a direnen aristokratlar vardı Bursa’da ne de kilise. Ahmed Vefik Paşa da halkın inançlarıyla alay ederek, yollar açtırırken karşısında yapılaşmış bir geleneğin direnemeyeceğini bilerek pervasızca yeldeğirmenlerine saldırmayı ilericilik zannetmişti. Oysa asıl modernleşme, yaklaşık 1.5 asırda teşekkül etmiş olan klasik Bursa’nın galaksi biçimli geleneksel yerleşme planını doğu-batı aksında birbirine bağlamak, hepsini de yeni açılan yollarla hükümet konağına sıkı sıkıya raptetmek değil, Sinan’ın tamamlanmış yapısına halel getirmemek amacıyla Bursa’dan gelen iş tekliflerini bile geri çevirmesi örneğinde gördüğümüz gibi var olan yapıya saygı duymak ve ondan alınacak derslerle şehre yeni neslin katkısını ilave etmek şeklinde olmalıydı.

Klasik Osmanlı döneminde mabetlere açılan yollar Ahmed Vefik Paşa’nın uygulamalarıyla şimdi merkezi iktidarın göstergeleri olan ‘laik ve sivil binalara’ yönlendiriliyordu. Saint-Laurent, Hausmann Paris’inden esinlenilen dik açılı şehir planlarına tıpkı İstanbul’da olduğu gibi Bursa’nın yeniden yapılanmasında da başvurulduğunu söyledikten sonra, “Bu planlar kentin mahallelerini pazara ve Ulucami’ye bağlayan eski dar sokaklar sisteminin yerini aldı. Yeni dik planlı mahalleleri geleneksel dokuyla bütünleştirme yönünde bir çaba gösterilmedi.” derken Paşa’nın sığ modernliğinin de altını çizmiş oluyor.

Doğrusu yazısının sonuna koyduğu Küçük Prens alıntısı, Batı’da modernliğin alabildiğine yargılandığı bir çağda Osmanlı aydınlarının niçin eleştirel modernliği değil, merkeziyetçi siyasal modernleşmeyi tercih ettiklerini açıklar niteliktedir. Nitekim Namık Kemal de öve öve bitiremediği Londra’nın, zahmet edip birkaç adım atıverse ve varoşlarındaki diz boyu sefaleti, günde 15 saat karın tokluğuna çalıştırılan kadın ve çocukların içler acısı halini ve ahır ve barakalarda pislik içinde barınan işçileri görseydi aynı şeyleri düşünür ve yazar mıydı acaba? Ya Ziya Paşa,

Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm,

Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün virâneler gördüm

diyebilir miydi dersiniz, rahatça?

1982 yılı idi yanlış hatırlamıyorsam. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde, Namık Kemal’in Londra’yı anlatan metnini işlediğimiz bir derste yukarıdakine benzer düşüncelerimi söylediğimde hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın cevabı, “Sen komünist misin?” anlamında “Komünist ülkelerde de işçiler sömürülmüyor mu?” olmuştu!..

Ne dersiniz, modernlik cephesinde Ahmed Vefik Paşa’dan bugüne değişen pek bir şey var mı sizce?

01 Ekim 1996, Salı

Bir yanıt yazın